Sahabeler, "Şüphe
yok ki Allah ve melekleri, Peygamber'e salâvat getirir; ey inanlar, siz de ona
salâvat getirin, tam bir teslimiyetle selam verin."
Ahzab Suresi
56. ayeti nazil olduğunda Peygamber'in yanına gelerek, "Sana nasıl salât
ve selam etmemiz gerektiğini bilmiyoruz, bunu bize göster" dediler. Bunun
üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Allahumme salli alâ Muhammed ve
alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrahim ve alâ âli İbrahim, inneke hamîdun
mecîd."
Peygamberimiz"Bana eksik salâvat getirmeyin" buyurdu "Ey Peygamber,
eksik salâvat nedir?" diye sorulunca da "Allahumme salli alâ
Muhammed, deyip susmanızdır; Allah kâmildir ve kâmil olmayan bir şeyi kabul
etmez." (Sahih-i Buharî, c. 4, s. 118).
Peygamberimizin
istediği salâvat, kendisiyle birlikte Ehl-i Beyt'ine de salât ve selamdır.
Eksik
salavatının mucidi Muaviye’dir.
Salâvatın
eksik söylenmemesi hakkında bir uyarıyı da Şii kaynaklarından aktaralım:
Salâvat
konusunda Hüccetülislam Seyyid Haşim Medeni'nin yazdığı es-Salatu'l-Butra
kitabında şu ifadelere yer veriyor:
Ehlisünnet
kitaplarında da salâvatta Ehl-i Beyt
zikredilmiştir. Peki, salâvattan âl kelimesi nasıl çıkarıldı ve
Ehlisünnet arasında rayiç olan salâvatta âl kelimesinin yerini “ve sellem”
kelimesi nasıl aldı?
Hz.
Peygamber'in Ehl-i Beyt’ine düşmanlık
besleyenler âl kelimesinin gerekliği konusunda tartışmaya giremeyince kelimenin
muhtevasını tartışmaya başladılar. Kelimenin On İki İmamı işaret ettiğine
inanan Şia'nın aksine Haşimoğullarına, Akiloğullarına, Abbasoğullarına hatta
Abbasî halifelerine delalet ettiğini öne sürdüler.
Hatta
kimileri kelimenin anlamını daha da genişleterek ümmet anlamına geldiğini, yani
Hz. Peygamber'e tabi olan herkesi kapsadığını iddia ettiler.
Aslında bu
konudaki tasarruflar Muâviye zamanında ve ondan sonra Abdullah b. Zübeyr
zamanında başladı. Bir yıldan fazla bir süre Müminlerin Emiri Ali (a.s) ile
savaşan Muaviye’nin salâvatta Âl'i (Hz. Peygamber'in Ehl-i Beyt’ini) zikretmeye
kesinlikle hazır değildi.
Bu yüzden de
Ahzap suresinin 56'ıncı ayetinde geçen “teslimen” kelimesinin manasını tahrif
etti. Muâviye, Müslümanların çoğunluğu gibi ayette geçen bu sözcüğü “teslim
olmak” şeklinde anlamlandırmadı; ona göre sözcük selam vermek anlamına
geliyordu. Cümleye “ve sellem” kelimesini ekleyip “âl” kelimesini çıkararak bu
bidatin mucidi oldu.
Bu bidat
başlangıçta salâvatın iki şekle dönüşmesine sebep oldu: Masum İmamlar (a.s) ve
takipçileri salâvatta “âl” kelimesini zikrediyorlardı, Muaviye’nin hilafetine
tabi olan Müslümanlar ise “ve sellem” kelimesini kullandılar.”
Muaviye’den
bu tarafa bu bidat Müslümanlar arasında hiç de dikkate alınmadan devam
etmektedir. Esas olan (s.a.a.) “Salllahu
aleyhi ve âlihi”
Bu konuya
temas etmek ve araştırma yapmakta maksadımız salavatta dahi Ehl-i Beyt
düşmanlığının izlerini görmeyi sağlamaktır.
Uğur Kepekçi