“O'na vuslat gayesiyle Allah’ı seven insanın ubudiyette ısrarı, böyle bir gayeye kendini matuf kılmanın ısrarı, işte bu ayrılıktaki hasreti duymaktan kaynaklanıyor. Bu hasreti ne kadar şiddetli duyarsa, Allah'ı o derece arar, o derece kıymetlendirir. Ama az duyarsa hayatında hiçbir yer bile vermez.
Bu hasretin içinde bir lezzet vardır. Öyle bir hasret ki,
insanın gönül alemini yıkan, dağlayan bir hasret... Bu hasret aslında insanı
bedbin etmez, aksine huzur verir. Bu cümleden olarak der ki Fuzuli:
“Kılma derman ki, zehrim senin dermanındır."
Yani, beni iyi etme, bu sevda hastalığı bana öyle bir
lezzet, öyle bir kudret, öyle bir kuvvettir ki, şayet beni bu hastalıktan
kurtarmak istersen, Senin bu hastalıktan beni kurtarmak için yaptığın tedavi,
asıl zehirin olur. Niye? Bu hasretten kurtulurum. Hâlbuki ben bu hasretten
kurtulmayı istemiyorum.
Tabii biz normal işlerimiz aksıyor diye buna hastalık
diyoruz.
Allah hasreti o kadar enteresandır ki, o da kullara bir
lütuf olmuş oluyor. Hem de çok büyük bir lütuf.
Hasret, O'nun firkatinden gönüle olan tecellidir. Yoksa öyle
bir tecelli olmasa, hatırlanmaz bile... Kulun Allah'a hasreti, aslında Allah’ın
kula hasretidir. Bir başka mânâda, Allah’ın kulunun kalbinde Zatını sevmesidir.
Ayet-i kerimenin beyanına göre, Allah kuluna şah damarından
daha yakındır:
“Biz ona şahdamarından daha yakınız." (Kaf /16)
Bu âyet-i kerimede, "Kul, Allah'a yakındır"
denmiyor. Allah kuluna yakındır” deniliyor. Cenab-ı Hakk kuluna yakın olmasıyla
kulun Allah’a yakın olması aynı değildir.
Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
“Allah'a kaçın..." (Zariyat / 50)
Demek ki, biz O'ndan çok uzaktayız ki, O'na koşmamız
gerekiyor.
İki insan bile bir mekânda olur, duyguları düşünceleri,
idealleri, gayeleri ayrı olur. Hatta aynı işleri yaparlar, aynı dairededirler
fakat her şeyleri ayrı, zevkleri, fikirleri ayrı. Sadece bürokratik işlerde
beraberler.
Ama bir de çok ayrı işlerle meşgul olmalarına rağmen,
binlerce kilometre ötede kendi zevkini, kendi duygusunu, kendi fikrini yasayan
insan vardır. Kişi aslında yanında olanla değil, uzakta olan, aynı fikri
paylaştığı insanla beraberdir.
Allah kuluna tabii ki yakın... Ama kul Allah'a o kadar uzak
ki, Cenab-ı Hakk’ın zevki, gayesi, Allah fikri, ideali ile beraber olunulursa;
O'na yakın olunur. Bunun sonucu Allah'a vuslattır. Eğer O'na yakın olunmazsa,
Allah'tan çok uzak düşülür. Yani kul, Allah’ı çokça hatırlamak ve zikretmekle,
O'na yakın olur. Yakın hâline erişilir. Nitekim hadis-i şeriflerde şöyle
buyurulur:
“Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Ben kulumun zannı üzereyim.
Beni andığı zaman, onunla beraberim. Eğer Beni kendi nefsinde (kendi kendine)
anarsa, Ben de onu kendi nefsimde anarım. Eğer Beni bir topluluğun içinde
zikrederse, Ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluğun içinde anarım.
Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın
yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak
giderim."(Buhari, Tevhid 50)
Allah'ı istemenin bir yolu olması lazımdır. Bunun için de
Allah'ı çokça zikretmek gereklidir…
Zikrullah ile ilgili yazılmış tüm eserlerde, Cenâb-ı Hakk'ın
kulun kalbine olan tecellisinden bahsedilir.
Muhabbet oradadır. Zikrullah ile kulun kalp âlemi
fetholunur. Allah’ın muhabbeti o kulun kalbine iner. (Prof. Dr. Haydar Baş /Dua
ve Zikir/ Sayfa 179-184)
Böylece maksat gerçekleşmiş, Allah ile kulu arasında hasret
zikrullah ile vuslata dönmüştür.
Uğur Kepekçi