Çağımızda göç olayı düşünüldüğünde, aklımıza özellikle kapitalizmle ilgili bir kaç süreç geliyor. Bunlardan belki de en önemlisi 1960'larda dünyanın her yerinde kırdan kente doğru yaşanan göç süreçleri.
İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği yıkım nedeniyle de bir göç dalgası oluştu. Batılı ülkelerin kitlesel ölçekte göçmene ihtiyacı doğdu. Bazı ülkeler geçmişteki sömürge ülkelerinden göçmen aldı. Almanya gibi sömürgesi olmayanlar işçi birikiminin fazla olduğu İspanya, İtalya, Yunanistan ve daha sonra Türkiye gibi yakın çevresinden işçi almayı tercih etti. Bu, küresel göç bağlamında 2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan ikinci göç dalgası oldu.
Üçüncü dalga ise mülteciler, ilticacılar dediğimiz, siyasal, ekonomik, etnik, kültürel ya da dinsel nedenlerle ülkelerini terk edip başka ülkelere gitmek zorunda olan insanlardır.
Üzerinde durulmayan ancak önemli olan, dördüncü grup göç türü de; Sovyetler Birliği'nin, Doğu Bloku'nun çökme sürecinde yaşanan etnik göçlerdir. Örneğin, Rusya'dan Almanya'ya gitmek zorunda kalan ve doğrudan Alman vatandaşlığı alan etnik Almanlar… Rusya'dan gelen Alman etnisitesindeki insanlar ile Doğu Almanların sosyo-ekonomik, kültürel adaptasyonunu kolaylaştırabilmek için Almanya'da muhafazakâr Kohl iktidarı milliyetçi, yer yer ırkçı bir söylem kullandı. Avrupa'da bugün konuştuğumuz İslâmofobi, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve pek çok dramatik olayın ortaya çıkmasında ırkçı söylemin ve nefret dilinin etkin olduğu unutulmamalıdır.
60'lı ve 70'li yıllarda Avrupa Topluluğu ülkeleri, göçmene ihtiyacı olması nedeniyle mültecilere kapılarını daha kolay açabilmekteydi. Fakat özellikle 1974 yılında ortaya çıkan ekonomik krizle Avrupa Topluluğu, giderek kendi içine kapalı bir ortaçağ derebeyliğini andıran biçimde sınırlarını kapatan, duvarlarını yükselten bir kale Avrupası haline geldi. 70'li yılların ortalarından itibaren siyasal nedenle mülteci olmak durumunda kalmış insanların Avrupa ülkelerine çok kolaylıkla gidememeye başladığını görüyoruz. Bu nedenle de bugün Suriye, Nijerya, Somali, Sudan gibi Orta Afrika ülkelerinde ortaya çıkan/çıkarılan olayların giderek kontrol edilemez duruma gelmesiyle, insan yığınları büyük ölçüde Avrupa Birliği sınırlarında yoğunlaşıyor. Fas, Tunus ve Doğu Akdeniz'e geçildiğinde yoğunlaşmalar mevcutsa da Türkiye yoğunlaşmaların merkezi durumundadır.
Kabak başımıza patlamış, milyonlarca sığınmacının davet ettiği sorunlar başa çıkılamaz hale gelmiştir. Üstüne üstlük Orta Doğu'nun kendisi sorun yumağı olmuşken bir de kapımıza yığılmış IŞİD ve artıkları, hırsızı uğursuzu; olmayan mülteci politikamızın neresine sığdıracağız bunları! Onca cezaevi sorunumuz varken, bir de bunların yargılanıp cezalandırılması bize havale edilmemiş miydi?
18 Aralık uluslararası göçmenler günü; uluslararası değil, bizim bacakarası yediğimiz goldür.
Prof. Dr. Ali Ünal Emiroğlu
Yeni Mesaj Gazetesi
(Kilis Postası Haber Merkezi)