Yıllar önce sünnet mevlit ’ine katılmıştım. Dinleyenlerin arasında iki kişi kendi aralarındaki konuşmaları hocayı rahatsız etmiş ki, hoca mevlidi keserekten “arkadaşlar lütfen konuşmayın, Mevlit’i okuyacak bizde ne aşk ne de muhabbet bıraktınız “diye sitem etmişti.
Günümüze gelince, o günleri çok arar olduk. Zira hocalar mevlit’i artık, ne aşkla nede muhabbetle okuyor, cemaat ise Hz. Peygamberin doğumunu anlatan, mevlit'in ruhunu ve manasını anlamak bir yana, edeple dinlemekten de çok uzak, edep nasıl olurmuş gelin Şair Nabi’nin kıssasından anlayalım.
Osmanlı devrinde yaşamış arif ve meşhur şair Yusuf Nabi (rah.), 1678 yılında bir kafile ile hac yolculuğuna çıkmıştı.
Kafilede devletin ileri gelen paşaları da bulunuyordu. Kafile hicaz bölgesine girince Hz. Peygamber’i ziyaret aşkı Nabi’yi iyice sardı; öyle ki, vücudu bir hoş oldu, uykusu kaçtı, hiç uyumadı. Kafile, gece yarısı Peygamber şehri Medine-i Münevvere’ye yaklaştı. Kafilede bulunan Eyüplü Rami Mehmet Paşa o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış uyuyordu. Resul-i Kibriya’nın (s.a.v) beldesine girerken arkadaşlarında gördüğü bu manzara Nabi’ye hiç de hoş gelmedi. Paşayı uyandıracak bir şekilde şu meşhur beyitleri söylemeye başladı:
Sakın terk-i edepten, küy-i mahbub-ı Hüdadır bu!
Nazargah-i ilahidir, Makam-ı Mustafa’dır bu.
Müraat-ı edep şartıyla gir Nabi bu dergâha,
Metaf-ı kudsiyadır, büsegah-ı enbiyadır bu.
Açıklaması şöyledir:
Edebi terk etmekten sakın! Zira burası Allah-u Teâlâ’nın beldesidir.
Burası, Hak Teâlâ’nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa’nın (s.a.v) makamıdır.
Ey Nabi, bu dergâha edebin şartlarına dikkat ederek gir. Sakın edebi basite alma.
Burası, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşini öptüğü bir yerdir.
Bu beyitleri işiten paşa, gözünü açtı, hemen kendine geldi, ikazın sebebini anladı, ayaklarını topladı, doğruldu. Nabi’ye dönerek:
-Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları? Diye sordu. Yusuf Nabi:
-Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş değilim. Şimdi, sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sesle söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok! Dedi.
Paşa: -Öyleyse bu aramızda kalsın, diye ikaz etti. Nabi sustu, yola devam ettiler.
Kafile, sabah ezanına yakın Hz. Resulullah’ın mescidine yaklaştı. Bir de baktılar ki, mescidin minarelerinde müezzinler ezandan önce, Nabi’nin: “Sakın terk-i edepten…” beytiyle başlayan na'tını okuyorlar. Nabi ve paşa hayret ettiler. Mescide girdiler, namaz kıldıktan sonra, hemen baş müezzinin yanına koştular.
Nabi, heyecanla:
-Allah adına, peygamber aşkına söyle, siz ezandan önce okuduğunuz o beyitleri kimden, nerede ve nasıl öğrendiniz? Diye sordu. Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nabi ısrar ve rica etti. Bunun üzerine müezzin:
-Resul-i Kibriya (s.a.v) Efendimiz, bu gece tüm müezzinlerin rüyasını şereflendirerek:
“Ümmetimden Nabi isimli birisi beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üzerindedir. Kalkın, ezandan önce, onun benim için yazdığı beyitleri okuyarak kendisini karşılayın, mescidime girişini kutlayın!” buyurdu. Biz de Efendimizin emirlerini yerine getirdik, dedi. Nabi, hepten şaşırdı ve heyecanlandı, dayanamadı ağladı. Gözyaşları içinde müezzine tekrar:
-O iki cihanın efendisi, gerçekten Nabi mi dedi, O benim ümmetimdendir mi buyurdu? diye sordu. Müezzin:
-Evet, Nabi dedi, o benim ümmetimdendir, buyurdu, deyince, Nabi bu iltifata daha fazla dayanamadı, sevincinden düşüp bayıldı. Bir zaman sonra ayıldığında paşayı ve müezzini yanında ağlarken buldu.