Günümüzde Türkiye dışında yaşayan vatandaşlarımızın toplam
sayısı 3 milyon 700 bin civarıdır. Bunun 3 milyon 100 bini Batı Avrupa'dadır.
Avrupa’daki göçmen Türkler birçok sorunlar yaşamış ve yaşamaktadırlar.
Kuşaklar boyu yaşadıkları ülkelere hayatlarını vakfeden Türk
göçmenlerin Avrupa’da hala süresi temdit edilmiş konuklar olarak görülmeleri
onların devamlı olarak güven sınavında bekletildiği anlamına gelmektedir.
Yazar Max Frisch’in Avrupa’ya II. Dünya Savaşı sonrası olan
emek göçünü tariflerken "Biz emek
sahiplerini çağırdık, karşımıza insanlar çıktı" cümlesi Avrupa’ya olan
emek göçü sonrası yaşanan sorunların anlaşılması açısından çok önemlidir.
Emek göçünün başlaması ile birlikte bir anda Almanya'daki Türk
işçilerin sayısı 100 bine ulaşmıştır. Bir sınırlama getirme adına Almanya ile
Türkiye arasında bir anlaşma imzalanmıştır. 1983-84 yıllarında Kohl döneminde
aranılan koşullara sahip ailelere aile başına 10.500 Alman markı, her çocuk
için de 1.500 Alman markı ödenerek, ana yurda dönmeleri özendirilmiştir. Bu
yasa sonucu olarak yaklaşık 250 bin Türk ana yurda dönmüştür.
Almanya'daki yasalar gereği ius sanguinis (kan esasına
dayalı) yurttaşlık gereği, Türklere uzun yıllar vatandaşlık verilmemiştir.
Ancak Sosyal Demokrat Parti iktidara gelmesinden sonra “1 Ocak 2000 tarihinde
doğan her çocuk o tarihten itibaren hem anne babasının yurttaşlığına hem de
Alman yurttaşlığına sahip olacak” kararı alınmıştır. En geç 23 yaşında
yurttaşlıktan birini seçme zorunluluğu getirilmiştir. 2014'ten sonra ise
Almanya’da çifte vatandaşlık kolaylaştırılmıştır.
İki Almanya'nın birleşmesinden sonra Almanlar arasında
aidiyet meselesi doğmuş ve bir yabancı düşmanlığı gündeme gelmiştir. 1992'de
Rostock'ta bir sığınmalar kampına karşı yerli halkın 5 gün süren saldırısı,
daha sonra da Solingen'de 5 Türk'ün ölümüyle sonuçlanan ev yakma olayı
belirleyici olmuştur.
Avrupa ülkeleri; 1960'lı yıllarda ihtiyaç duydukları
işgücünü misafir işçilerden karşılamak amacıyla göçmenlere kapılarını açarken,
1970'lerden itibaren göçü sınırlayıcı politikalar benimsemeye başladılar. AB
içerisinde ikamet eden misafir işçilerin kalıcı olduğu anlaşılınca ilk önce bu
kişiler asimilasyona tabi tutuldular. Ardından “Çok kültürlülük (multiculturalism)” asimilasyon modellerine
alternatif olarak ortaya çıkmıştır.
Çok kültürlülük ve göçmenlerin toplumda bütünleşme
politikalarında, yan yana fakat birbirine müdahale etmeksizin yaşamlarını
sürdüren Millet sistemi uygulanmaya çalışılmıştır. “Bireyin kendi kültürel
mirasını anlaması ve değerli bulması ve kendi grubundan başka gruplara ait
kültürel mirasa karşı saygı ve ilgi göstermesi” amaçlanmıştır. Yalnız toplumda
bu tarz bir yapılanmada, bazı pozitif ayrımcılıklar olmaktadır. Kamusal alanda
yeterli oranda temsil edilmeme, üniversiteye girme hakkını elde etme gibi
olanakların farklı uygulanması yaşanan ayrımcılıkların bazılarıdır. Bu da ötekileşmeye,
her kesimin bir ayrılıkçı şeklinde gettolar oluşturmasına yol açmıştır. İsviçre'de
ezan yasağı, Almanya'da minarelerin yüksekliğine ilişkin yasal yollarla
getirilen sınırlamalar sadece birkaç örnektir.
“İki kalbim var biri Alman biri Türk” sözü “çok kültürlülük”
modeline örnek olarak gösterilen Türk kökenli Alman futbolcu Mesut Özil’e, 2010
yılında Almanya'nın oscarı sayılan Bambi ödüllerinde “uyum” alanında ödül
verilmiştir.
Daha sonraki yıllarda, Özil, Türkiye Cumhuriyeti Başkanı
Erdoğan ile çektirdiği fotoğraf ve Dünya Kupası performansı sonrası çok farklı
bir tavırla karşı karşıya kalmıştır.
Bu olaylar sonrası, Almanya Milli Takımında oynamayı
bıraktığını açıklayan Özil, “kazandığımızda
Alman, kaybettiğimizde göçmenim” diyerek, kendisinde ve diğer oyunculara
eşit davranılmadığını belirtmiştir: “Lukas
Podolski ve Miroslav Josef Klose hiçbir zaman Polonyalı Alman olarak görülmedi.
Ben neden Türk Alman olarak görüldüm Türk ve Müslüman olduğum için mi?”
Çok kültürlülük özellikle son yıllarda yaşanan terör
eylemlerinden sonra batı toplumlarının gözünde popülaritesini ciddi oranda
yitirmiştir. 2010 yılında Almanya'da Merkel, hemen ardından Fransa'da Sarkozy de
açıklamaları ile çok kültürlülüğün başarısız olduğunu ifade etmişlerdir. Son
yıllarda, göçmen düşmanlığı yasalaşmaya başlanmıştır. Danimarka'da mültecilerin
özel eşyalarına el koymak yasaldır. Danimarka ayrıca göçmen ve sığınmacılarla
çocuklarının haftada belli bir süre ayrılarak, çocuklara “Danimarka değerleri
ve dili öğretilmesini” öngören yeni bir getto yasası planlamaktadır. Birçok üye
ülkede mültecilere yardımı suç haline getiren yasalar mevcuttur. Yine Trump
döneminde bir süre Amerika'ya iltica eden ailelerin, ancak çocuklarının
ebeveynlerinden ayrılmaları koşuluyla kabul edildiklerini basın aracılığı ile
duymuştuk.
Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, bir yandan
göçmene karşı gibi tavır alıp, “arka kapıdan” göçmenleri içeri alma politikası
ile “sömürü” ve yapılan uygulamalarla da “asimilasyon” ana amaçtır. Yoksa
batının ucuz iş gücünden ya da göçmenden vazgeçmesi söz konusu değildir.
Emek göçü isteyen ama ardından, 1970'ten sonra bundan
vazgeçmiş görünen batı ülkelerini iyi gün dostu olarak tanımlarsak doğru ifade
etmiş oluruz sanırım.
Göç alanında güvenilir bir veri sisteminin oluşturulması,
yurt dışında yaşayan Türk vatandaşların ekonomik ve sosyal statülerinin
güçlendirilmesi, yalnız olmadıklarının hissettirilip onlara sahip çıkılması, yaşadıkları
ülkelerde haklarının savunulması, Türk Hükümetinin ana görevi olmalıdır.