Kendi hesabını
yapmayanın hesabını başkaları yapar
Bir süredir, tarihi göç penceresinden okumaya devam
ediyoruz.
24 Temmuz 1923.
Prof. Dr. Haydar Baş Hocamızın ifadesi ile 'Türkiye
Cumhuriyeti'nin tapu senedi' olan Lozan Barış Antlaşmasının imzalandığı tarih.
21 Kasım 1922'de başlayan Lozan Konferansı, İtilaf
Devletlerinin Sevr Antlaşması’nı temel alma yönündeki dayatmasına Türkiye'nin
direnmesi ve görüşmelere zaman zaman ara verildiği için sekiz ay sürmüştü.
Azınlıklar konusunda Türk tarafı ‘Türkiye’de ırki azınlıkların bulunmadığını,
ırki ya da dilsel azınlıkların himayesi prensibinin kabul edilemeyeceği”
konusunda net bir kararlılık göstermiştir (Ahmet Yavuz, Lozan Barış Konferansı Tutanakları, s.173,
s.179, s.195, s.198 Dışişleri Bakanlığı, Ankara,1968).
Bu antlaşmanın azınlıklar maddesi, kanımca Mustafa Kemal’in
dolayısıyla yeni kurulacak Türkiye Cumhuriyeti’nin göç politikasının da ilan
edilmesidir.
Lozan görüşmelerine Türkiye adına katılan İsmet Paşa,
hatıratında azınlıklar bahsinde şunları yazar:
“Bu konuda Lozan’da
büyük baskılara maruz kaldık. Cihan Harbi içinde bütün dünyaya karşı padişah
hükûmetinin yardımı ile haksız iftiralara uğradık. Padişah hükûmeti, millete
tevcih edilen suçları kabul edip, bir takım insanlara yükleyerek, memleketi bu
suçların bahanesi altında hazırlanan suikastlara karşı koruyabileceğini
zannetmiştir. Karşımızda bulunan galipler, suçları bir defa memlekete yükledikten
sonra onu yapanları adları adlarına ehemmiyet vermeksizin cezayı tabiatıyla
millete yükleyeceklerdi. Bu sebeple biz Lozan’da ekalliyetler meselesinden
dolayı büyük sıkıntı çekmişizdir.”(
İsmet İnönü, İsmet İnönü’nün Hatıraları Lozan Antlaşması, c:1, Yenigün Haber
Ajansı Baskı ve Yayıncılık, İstanbul, 1998)
Azınlıklara kötü
davranıldığı konusu, devletlerin Osmanlı’ya müdahalesine bir bahanesi
yapılmıştır( Prof. Dr. Haydar Baş, Hoş Geldin Atatürk, 4.
Baskı, Aralık-2017, s:787). (ekalliyet: azınlık)
1923 Yılında imzalanan Lozan Antlaşması üzerine kurulmuş
olan Türkiye Cumhuriyeti, Lozan’dan gelen model çerçevesinde yalnızca gayri
Müslim din gruplarına azınlık statüsü tanımıştır. Bunun dışında her Türk
vatandaşı azınlık değil, aksine çoğunluğun eşit bir parçası olarak ele
alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti bu modeli ile 20. Yüzyıl boyunca uyum içinde
varlığını sürdürebilmiştir (Tunç
H., Uluslararası Sözleşmelerde Azınlık Hakları Sorunu ve Türkiye, Ankara Hacı
Bayram Veli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 8(2)).
Bu tarihi antlaşma ile netleşen azınlık tanımı, hemen
ardından Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleştirilmiş olan karşılıklı
nüfus değişiminin de esasını oluşturmuştur.
Bu dönemde de göç uluslararası siyasetin yine önemli bir
parçasıydı. Ki birçok tarihçi iki Dünya Savaşı arasını “Mülteciler Dönemi”
olarak adlandırır. Özelikle yeni kurulan ulus devletlerde kalan azınlıklar ve
bunların göçleri meselesi dönemin en önemli gündem maddesi idi. “Kendi hesabını yapmayanın hesabını
başkaları yapar.” ölçüsü gereği, o günkü toplu durumda “göç politikasını
kendisi belirleyemeyen ülkeler başka ülkelerin göç politikalarına alet olmak
zorunda kalmışlardır”.
“Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi veya Değişimi” ile iki
ülke sınırlarında yaşayan kişilerin, din esasına göre yer değiştirmesi
kararlaştırılmıştır. Türk topraklarında yerleşmiş olan Rum Ortodoks dininden
olanlar ile Yunan topraklarında yerleşmiş İslam dininden olanlar karşılıklı
olarak yer değiştirilmiştir.
Avrupa Hristiyan ülkeleri, Osmanlıdan geri kalan toprak
parçalarını birçok parçaya bölmek de kararlı idi. Sevr Antlaşmasında bunu net
olarak görmekteyiz. Sevr’i uygulamak için en büyük kozları azınlık meselesi ve
bu konuda ellerini güçlendiren en önemli konu da padişah hükümetine
uygulattırdıkları göç politikası idi.
Kurtuluş Savaşı sonrası Anadolu’da ciddi bir insan gücü
açığı ortaya çıkmıştı. Türkiye'de o dönemde nüfus yoğunluğu metrekare başına 13
kişiydi. Bu rakam Yunanistan'da 49, Romanya'da 62, Bulgaristan'da 58 kişiydi.
Osmanlı politikası gereği, Türkler savaşlarda ölürken,
ticaret ve tarım büyük oranda gayrimüslimlerin kontrolüne geçmiş idi. Savaşlar
nedeniyle erkek ve Müslüman nüfusun neredeyse sıfırlanması Anadolu'yu bir
harabeye çevirmişti.
Falih Rıfkı Atay 1923-24 yıllarında Anadolu’yu bakın nasıl
tasvir ediyor:
“Her yerde bağlar
bozulmakta, zeytinlikler yabanileşmekte veya kesilmekte, balık avcılığı
ölmekte, çarşılar kapalı durmakta idi… İzmir'den Uşak’a doğru yalnız tüten
harabeler ve enkaz arasından geçmiştik…Baştan başa ziraati ile ticareti ile,
zanaatleri ile, şehirleri, kasabaları ve köyleri ile, yeniden “inşa” edilecek,
maddi ve manevi inşa edilecek bir vatan ve 12 milyon İngiliz lirası, yani iyice
bir anonim şirket sermayesi kadar bir bütçe!"(Atay, F. R. (2008). Çankaya. İstanbul: Pozitif
Yayınları).
Kurtuluş Savaşını yaptığımız ülkelerin mensupları ülkelerine
iade edilirken, zulümle karşı karşıya olan öz ve öz kendi vatandaşlarımız
Misak-i Milli Sınırlarına göç ettirilmiş idi. Bu bağlamda Rumeli'den göçler
Türkiye'nin İki Dünya Savaşı arası dönemde yaşadığı Ulusal Güvenlik ve Savunma
sorunu bağlamında önemli bir Müslüman ve erkek nüfus kaynağı oluşturdu. Balkanlar'dan
Türkiye'ye göçler sonucunda 1927 yılından sonra işlenen toprakların yüzölçümünde
%35'lik bir artışın olduğu görülmektedir.
“Elhamdülillah Türk'üm” diyen herkesi dini kimliği üzerinden
Türk olarak tanımlayan anlayış ile gelen göçmenlerin iktisadi ve demografik
faydası takdire şayandır.
Bir yanda Müslümanlığı ile övündüğümüz Osmanlının göç
politikası ve sonuçları, bir yanda dinsizlikle itham ettiğimiz Mustafa Kemal’in
göç politikası ve sonuçları.
Şunu hiçbir zaman unutmayalım. Müslüman feraset sahibidir.
Şimdi anladık mı gerçek Müslüman kim?