İnsanlığın ilk zamanlarından bugüne var olan göç
kararlarında, savaşlar, siyasal baskılar ve çatışmalar en önemli itici sebepler
olmuştur. 1951 yılında imzalanan Cenevre sözleşmesi sayesinde oluşan bugünkü
mülteci tanımı 1967 yılında oluşturulan protokol ile son şeklini almıştır. Ama
ne yazık ki konulan kurallar, başta ABD ve İngiltere gibi dönemin güçlü
ülkelerinin çıkarlarını yansıtacak şekilde ortaya koyulmaktadırlar.
1951 Cenevre Sözleşmesi’ne göre mülteci; “Irkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba
mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı
sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin
korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak
istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı
ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku
nedeniyle dönmek istemeyen kişidir”. Türkiye Cumhuriyeti 1951 Cenevre
Sözleşmesi’ni coğrafi sınırlama ile imzalamıştır (http://sgdd.org.tr/wp-content/uploads/2017/05/Turkiye-de-Iltica-Sureci.pdf)
.
Türkiye bu coğrafi kısıtlama şerhinden dolayı Avrupa dışında
meydana gelen olaylardan kaynaklanan başvurulara mülteci statüsü veremiyor ve
yerine bu sığınmacılara “geçici koruma statüsü” verilmektedir. İşte bu “geçici”
olmak birçok sorunu doğurmaktadır.
Pratikte ise Afganistan, İran, Irak ve Suriye gibi Avrupa
dışı ülkelerden gelenler Türkiye'deki sığınmacıların büyük bir çoğunluğunu
oluşturmaktadır. Bu sonucu doğuran en önemli sebep, Avrupa dışından gelen
sığınmacıların “sığınma başvuru işlemleri”nin çoğunun Birleşmiş Milletler
Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından Türkiye İçişleri Bakanlığı işbirliği
ile Türkiye’de yürütülmesindendir. Dolayısıyla çoğu sığınmacı, mülteci statüsü
alarak 3. bir ülkeye yerleşmek için başvurusunu Türkiye’den yapmakta ve
kabulüne dek devlet tarafından sağlanan “geçici koruma kapsamı”nda Türkiye'de
“geçici” olarak kalabilmektedirler. Son yıllarda bu tarz sığınmacıların sayısı
her geçen gün artmaktadır.
Sığınmacıların 3. Ülkelere kabul süreçleri de bazen
olmamakta, bazen de çok uzun sürebilmektedir. 1995-2010 yılları arasındaki
dönemde toplamda 70 binin üzerinde sığınmacının 37 binden fazlası yani
başvuruların %51'i mülteci statüsü almış ve diğer ülkelere yerleştirilmiştir.
Dolayısıyla iltica prosedürü, Türkiye'yi mülteci statüsü kazanan ve
yerleştirilmek üzere bekleyen sığınmacılar için adeta bir “Transit ülke
cenneti” haline getirmiştir. Yani bizim Transit ülke olma sıkıntımız, Suriye
göçü ile değil çok daha önceden ortaya çıkmıştır.
Türkiye'deki göç sorunun ana maddesi “Transit göç”
meselesidir. Türkiye 1980'lerden bu yana göçmenler için transit güzergâh
olmuştur. Transit göç edenler Türkiye'yi geçici bir konaklama noktası olarak
gördükleri için ülkeye uyum konusunda çekingen ve geri durmaktadırlar.
Türkiye’deki idarecilerimiz de özellikle coğrafi kısıtlama imzaladığı Avrupa
dışı ülkelerden “mülteci olma başvurusuna gelen göçmenleri” hep geçici gördüğü
için onların ülke koşullarına uyumları için yeterli bir faaliyet
göstermemektedir. Derken “iki dinden avare” durumda bu kişiler ülkemiz için
sorun olmaktadır. Belirsizlik nedeniyle, istediği ülkelere kabul edilmediği
için yıllardan beri ülkemizde kalan çok sayıda göçmen söz konusudur.
Avrupa sınır kontrolleri ve işgücü piyasasında serbest göçü
olanaksız hale getiriyor gibi görünse de, bu ülkelere düzensiz göç şeklinde
gidebilen nerede ise herkes çalışma imkânı bulabilmektedirler. Dolayısıyla
kendi ülkelerinden Avrupa'ya doğrudan göçe edecek imkânı oluşturamayanlar için
transit göç varış yerlerine ulaşmak için alternatif bir yol olmaktadır. Daha
önceki yazılarımızda da belirtiğimiz gibi,
düzensiz göçmenler, genellikle Türkiye gibi transit ülkeleri kullanarak
bu ülkelere gitmekte ve hedef ülkelerin ekonomilerinin vazgeçilemez bir
parçasını oluşturmaktadırlar. İlk olarak belgeleri olmadan çalışmaya başlayan
kaçak göçmenlerin bazıları daha sonraki dönemlerde gerekli şartları sağlayarak
düzenli göçmenler haline gelebilmektedirler.
Son yıllarda Avrupa Birliği uyum anlaşmaları ile birlikte
adeta Avrupa Birliği Türkiye'yi dış sınırındaki bir sığınmacı kampı gibi
kullanmaktadır. Türkiye göç alan Merkez Avrupa ülkeleri ile göç veren ülkeler
arasında adeta bir tampon bölgeye dönüştürülmeye çalışılmaktadır.
Avrupa'nın göç kontrolü yükünü Türkiye gibi çevredeki
ülkelere kaydırma şeklinde bir politika izlediği görülmektedir. Özellikle AB
ile son yıllarda imzalanan Geri Kabul Anlaşması bunun net göstergesidir.
Avrupalı yetkililer, Türkiye’ye göç ve sığınmacı akımını kontrol etmesi için
daha fazla enerji ve kaynak aktaracağını vadederek “güya” desteklemekte ve
Türkiye’nin tampon bölge rolünü devam ettirmeye çalışmaktadırlar. Bu olay
Suriyeli göçmenlerle başlamamıştır. Türkiye uzun yıllardan beri sıkıntı
yaşamaktadır. Sadece Türkiye'de Suriyeliler ile beraber bu konu hakkında ülkede
farkındalık artmıştır. Yani bugün yaşananlar yıllardan beri ortaya konulan
yanlış göç politikalarından dolayıdır. “Kendi düşen ağlamaz” misali ülkemizdeki
iktidarların tampon bölge olmayı kabul etmeleri, “Milli bir göç politikası”
geliştirememeleri, ülkemizi transit göç ülkesi haline getirmiştir.
Belki de bu kişiler, Türkiye’ye döviz girişine sebep olurlar
diye ümit edilmiştir. Ama geçici olmak kimseye fayda sağlamamaktadır. Net
çözümler bulunmadığı için transit göç azaltılsa bile bu seferde düzensiz işçi
göçü artmaktadır.
Tek çözüm, ülke menfaatlerimizin ön planda olduğu Milli Göç
Politikasının geliştirilmesidir.