Prof. Dr. Haydar Baş'ın gazetemizde yayımlanan 07.04.2016 tarihli yazısıdır
Yıllardır konuşmalarımızda, Yeni Mesaj'da yer alan makalelerimizde, kısaca her ortamda Batı'nın İslam dünyası üzerindeki oyunlarına dikkat çekiyoruz.
Bugün adı Arap Baharı olan; geçmişte Büyük Ortadoğu Projesi şeklinde isimlendirilen senaryoda Müslümanın düştüğü hale değiniyoruz.
Kendisini İslam dairesinde zanneden ama fikren Hıristiyanlaşan ve Batı'nın işgaline ses çıkarmayan bir Müslüman kimliği Ortadoğu'da biz Müslümanlara benimsettirilmek isteniyor.
Bu büyük kimlik değişiminde, diğer bir oyunu da kendini halen Müslüman zannedenlerin iç hesaplaşmaya itilmesi teşkil ediyor.
Hatırlarsanız, bundan birkaç sene evvel işgal altındaki Irak'tan ABD ordusunun çekilmesi ortamı yumuşatmamıştı. O dönemde Sünni camilere Şiilerin yaptığı iddia edilen saldırılar tam tersine ABD askerlerinden boşalan yeri doldurmuş, gerginliği artırmıştı.
Şii ve Sünni dünya arasındaki kamplaşma her zaman işe yarayan bildik bir senaryodur.
Şii-Sünni çatışmalarında ölü sayısını dikkate alırsak, Irak'ın ardından Suriye ve Pakistan gelmektedir.
Bugün Büyük İsrail'in önünü açtığı artık gizlenmeyen IŞİD'in Sünnilik adına Şiileri katletmesi 'kirli bir oyundan' başka neyle izah edilebilir?
Günümüzde Müslümanlar arasında yaşanan gerginlik bizi sadece Hz. Peygamber'in beyan buyurduğu "Müslüman Müslümanın kardeşidir " ikazından uzaklaştırmaktadır.
Hareket noktamız Resulullah'ın (sav) Veda Hutbesi'nde "Ben size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunlardan birisi Kur'an, diğeri itretim Ehl-i Beyt'imdir" buyurarak bizlere emanet ettiği Ehl-i Beyt'i olmalıdır.
Ülkemizde de Alevi-Sünni gerginliği şeklinde kendini gösteren bu yanlış sadece ayetlere ve hadislere ters bir yaşayışa itmekte; İslam çizgisinden uzaklaştırmaktadır.
İşte bu tabloda biz birlik için Ehl-i Beyt diyoruz.
Dik bir duruşa, inancından zerre taviz vermeden ona sahip çıkmaya ve İslam davasına hizmete mecburuz ve de memuruz. Tevhidin merkezine Cenab-ı Hakk'ın sevip seçtiği mübarek zatları koyuyoruz.
Bizim Ehl-i Beyt dememiz, Allah'ın Şura suresinin 23. ayetinde beyan ettiği şekliyle, "De ki, Ben bu peygamberliğimi tebliğime karşılık sizden yakınlarıma sevgiden başka hiç bir ücret istemiyorum" emrinin yerine getirilmesidir esasen.
İslam ümmeti içinde Fahri Kâinat Efendimiz'den sonra Abdullah İbn-i Sebe hayali ile atılan tefrika bugüne kadar uzanan büyük bir fitneye sebep olmuştur.
Dönemin müsteşrik yazarları İbn-i Sebe ile Şiiliği Yahudilikten esinlenen ve recat inancına yani Allah'ın Hz. Ali'nin vücudunda hulul ettiğine inanılan sapık bir akım olarak göstermişlerdir.
Bu döneme kadar farklı ağızlardan gelen bu yalanların önüne geçmek bir vazifedir. Gayretimiz, bu fitnenin İslam birliğini yıkmasına engel olmaktır. Yoksa Ehl-i Beyt'in ne olduğunu anlatmak; diğer sahabeleri ne kötülemeyi, ne de onlara bir hakaret içerir.
Ben bir Sünni olarak İmam Ali (as) Efendimizi, Hz. Fatıma (as) annemizi, Hz. Hasan (as) ve Hz. Hüseyin'i (as) seviyorum.
Zaten Şia Hz. Ali'yi seven demektir. 'Şia'dan maksat Hz. Ali taraftarı olan demektir.
Nasıl ki, Hz. Ebubekir'i sevmek haktır, Hz. Ali'yi sevmek de haktır.
İslam âleminde Şii ve Sünni dünya arasında bir hak-batıl durumu söz konusu edilemez.
Bu bakımdan değerlendirildiğinde Hz. Ali'yi ve O'nun soyunu sevmek ayrışmaya sebep ayrı bir mezhep olarak da değerlendirilmemelidir.
Hz. Ali'yi (as) sevmek Meveddet ayetine göre farz ise, bu Şii veya Sünni fark etmez hepimize farzdır.
Öyleyse hepimiz Ehl-i Beyt sevgisi etrafında birleşmeliyiz. Hz. Ebubekir'e ve Hz. Ömer'e sahip çıkma kisvesi altında, Türklerin de İslam'la şereflenmesine vesile olan Ehl-i Beyt inancını reddetmek; İslam birliğine ve hatta Anadolu'daki Türk hâkimiyetine karşı çıkıştır.
Bu sebeple ayık olmak; dini ve milli birliğimize yönelik bir saldırı manasına gelen sahabeler arasındaki karşılaştırma yapma fitnesine kanmamak gerekir.