Devlet Bahçeli'nin son açıklamasıyla yeni bir sürece girildi. Bu süreci anlamanın en pratik yolu, bu gündemden kimlerin yarar sağladığını ve kimlerin pozisyonlarını yeniden gözden geçirdiğini görmek yeterlidir. Terörün bittiğinin söylendiği bir dönemde Bahçeli'nin bu çıkışı adeta teröre karşı teslim olmuş bir duruş olarak gündeme düştü. Abdullah Öcalan’ın, örgütün silah bırakması ve PKK’nın tasfiye edildiğini ilan etmesi şartıyla TBMM’de konuşabileceğini belirtti. Bu gündem nasıl ortaya çıktı? Kısa süre için Apo’dan ve Kandil’den gelen cevap bu sürecin önceden olgunlaştırıldığını gösteriyor. Üstelik ana muhalefet partisi CHP’nin sazan gibi bu gündeme atlaması da manidardır.
Yaşadığımız bu gelişmeler elbette sürpriz değil. BTP’nin kuruluş amacı da zaten bu zor günlere karşı toplumu bilinçlendirmek ve gerekli tedbirleri almaktır. Prof. Dr. Haydar Baş’ın yıllardır vurguladığı tehditler, ulusal bütünlüğümüze ve cumhuriyetimizin temellerine yönelik tehlikelerle doğrudan ilgilidir. Bugün içinde bulunduğumuz süreç tam da O’nun öngördüğü olayların gerçekleşmesiyle şekilleniyor.
BTP Genel Başkanı Hüseyin Baş’ın dediği gibi, Öcalan’a ne verilecek ki bu istediklerini yerine getirsin? Bu gelişmeler bu karmaşık süreçlerin bir üst akıl tarafından dizayn edildiğini de gösteriyor. Bu durumda siyasiler gerçekten kimi temsil ediyor? Milletten güç almayan bir iradenin başarılı olması mümkün değil. 29 Ekim’i idrak ediyoruz, Cumhuriyetimizin kuruluş yıldönümü. Bu vesileyle halkımızın devlete, cumhuriyete ve milli birliğe sahip çıktığını bir kez daha görüyoruz. TUSAŞ’a yönelik terör saldırısı sonrası toplumun kenetlenmesi, siyasetin önüne geçerek halk iradesinin devletin bölünmez bütünlüğüne sahip çıktığını gösteriyor. Irak’tan sonra, Suriye’nin kuzeyinde ve bu arada İran ve ülkemizin güneydoğusunda tam da Arzu Mev’ud ile örtüşen bir Kürt devletleşme çabaları sürüyor. Bu bölgelerde Amerikan güdümünde oluşturulmaya çalışılan Kürdistan yapılanması, Türkiye açısından da riskli bir süreci işaret ediyor.
11 Eylül 2001 ikiz kule saldırıları, Ortadoğu’daki dengelerin yeniden şekillendirilmesi için adeta bir milat oldu. Bu tarihten itibaren İslam coğrafyasına yönelik ABD başkanı Bush’un ifadesi ile “Haçlı seferleri” başlatıldı. 7 Ekim 2024’te ise İsrail’in Gazze operasyonu ve ardından Lübnan’ı da içine alan saldırıları Ortadoğu’da sınırların yeniden çizilmesi için bir dönüm noktasıdır. Bu süreç, ABD’nin çıkarlarını koruma ve İsrail’in “Büyük İsrail” projesini destekleme amacıyla bölgedeki kartların yeniden karılmasıdır.
Bahçeli’nin açıklaması ve diğer siyasi partilerin buna verdiği destek bu kapsamda değerlendirilmelidir. ABD ve İsrail’in çıkarlarına hizmet eden bu gelişmelerde asıl zararı görecek olan ise kürt halkıdır. Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu unsurlarından birisidir; hakları ve özgürlükleri eşit düzeyde güvence altındadır. Batılı güçler “böl-parçala-yönet” stratejisi ile bu coğrafyadaki yeraltı kaynaklarına ulaşmayı hedefliyorlar. Emperyalist güçlerin güya kürtlerin bağımsızlığına yönelik bir maksatları yoktur. Esas amaçları, bölgeyi zayıflatarak kendi çıkarlarına uygun hale getirmektir.
ABD'nin bu politikası yeni değil; Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi olarak bilinen Lozan Antlaşması imzalanır. Ardından Amerika ile Türk-Amerikan Lozan Antlaşması da imzalanır. Ancak ABD Senato'sunda bu antlaşma onaylanmaz. Bu durum, ABD'nin Türkiye ile ilişkilerindeki stratejisini göstermektedir. Bu strateji günümüzde de ABD'nin Orta Doğu ve Kürt politikalarında benzer bir çerçevede devam etmektedir. Ayrıca ABD’nin Musul petrolleri üzerindeki ilgisi (Örneğin: Chester Projesi) o dönemden beri devam etmektedir, ancak ülkemizdeki yeraltı zenginliklerine sahip olma hedeflerinden asla vazgeçmemiştir.
Bu bağlamda, bugünün temel sorusu, bölgedeki oyun kurucunun ABD ve İsrail mi olacağı yoksa Türkiye’nin milli egemenlik çizgisinde mi devam edeceğidir. İç ve dış siyasetin belirleyici noktası safların netleşeceği yer burasıdır. Mücadele, kimlerin Cumhuriyetimizin egemenlik duruşuna sadık kalıp kalmayacağına kilitlenmiştir.