Sayın Erdoğan’ın “İsrail bize saldıracak” ifadesi, uzun zamandır bilinen bir gerçeği dile getiriyor. İsrail’in bölgede yayılmacı politikalarını inanç temelli bir stratejiye dayandırdığı, yıllardır liderleri tarafından açıkça ifade ediliyor. Ancak bu yeni bir bilgi değil. İsrail’in hedefleri, Arz-ı Mev’ud (Vadedilmiş Topraklar) politikasına dayalı bir genişleme planının parçasıdır. Irak, Suriye, Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır, Sudan, Lübnan, Ürdün ve Kuveyt gibi ülkelerin bu haritalarda yer alması, İsrail’in uzun vadeli stratejik hedeflerinin bir yansımasıdır.
Peki, neden bu bilgi bugün gündeme geliyor? Bölgede büyük bir insanlık dramı yaşanıyor. Soykırım boyutlarına ulaşan bu saldırılar karşısında hükümetin gereken adımları atmadığı aşikar. Kamuoyuna karşı yapılan açıklamalar ne kadar sert olursa olsun, arka planda İsrail ile yürütülen ilişkiler devam ediyor. 2014’te İsrail ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi rekor seviyelere ulaşmıştı. Bu çelişki, kamuoyuna verilen mesajlarla, kapalı kapılar ardında yürütülen ilişkiler arasındaki tutarsızlığı gözler önüne seriyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi hem içeride hem de dışarıda güçlü olmanın gerekliliğini ifade eder. Güçlü olmadan, birlik içinde olmadan ne içeride barışı ne de dışarıda huzuru sağlayabiliriz. İsrail’in sahip olduğu askeri ve teknolojik üstünlükle yaptığı saldırılar ortada. 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de 40 binin üzerinde insan öldürüldü, büyük çoğunluğu çocuk. Bu trajedi, İsrail’in bölgedeki yayılmacı politikasının bir parçası ve Amerika ile İngiltere’nin tam desteğiyle yürütülüyor. Bu devletler, adeta “yapışık ikizler” gibi ortak hareket ediyorlar ve bölgeyi kontrol altına almaya çalışıyorlar.
Birleşmiş Milletler ise bu süreçte tamamen etkisiz. Amerika ve İsrail'in kontrolündeki bir uluslararası sistemde, adaletin sağlanmasını beklemek maalesef imkânsız hale gelmiştir. Ancak dünya bu kadar da bedava değil. Amerika ve İsrail bu bölgeyi tek başına kontrol edemezler. Rusya ve Çin gibi güçler, bölgedeki dengeyi sağlamaya yönelik adımlar atıyorlar. Rusya, Suriye üzerinden bu gidişata “dur” dedi ve Çin de bölgedeki ilişkilerini güçlendirmeye devam ediyor. Dünyanın aktif bir şekilde üçüncü dünya savaşına doğru sürüklendiği gerçeği artık göz ardı edilemez hale geldi.
Bu noktada Türkiye’nin yapması gerekenler açıktır. Siyasetin temel hedefi günü kurtarmak ya da koltuğu korumak değil, milleti ve devleti korumak olmalıdır. Bunu başarmanın yolu, akademiye ve yüksek teknolojiye yatırım yapmaktan geçer. Ne yazık ki, Türkiye’de akademi tarafgirlik ve kadrolaşmanın etkisi altında. Araştırma-geliştirme faaliyetleri zayıf, inovasyona verilen önem ise yetersiz. Ancak Türk milleti zekidir, çalışkandır ve inovasyona açıktır. Geçmişte olduğu gibi, bugün de güçlü bir Türkiye için milletimizin potansiyelini ortaya çıkarmalıyız.
Türkiye Cumhuriyeti, kolay kazanılmadı. Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Kurtuluş Savaşı, yok edilmek istenen bir milletin var olma mücadelesiydi. Bugün de benzer bir mücadeleye ihtiyaç var; ancak bu mücadele stratejik bir akılla ve güçlü bir ekonomiyle verilmelidir. Kapitalizm çökmüş bir sistemdir ve mevcut hükümetin bu sistemle sorunları çözmeye çalışması mümkün değildir. Ekonomik bağımsızlığımızı kazanmanın tek yolu, Prof. Dr. Haydar Baş’ın ortaya koyduğu Milli Ekonomi Modelidir. Bugün dünya bu modeli kısmen uygulamaktadır. Rusya, Çin ve diğer birçok devlet bu modeli benimsemiştir.
Bağımsız Türkiye Partisi, bu modeli parti programı haline getirmiş ve uygulanabilir kılmıştır. Ülkemizin kurtuluşu, Milli Ekonomi Modeli ile mümkündür. Ekonomik bağımsızlık olmadan ne içeride ne de dışarıda güçlü bir Türkiye’den söz edebiliriz. Bugün siyasetin yapması gereken şey, günü kurtarmak değil, bu model etrafında birleşmek ve milletimizin geleceğini güvence altına almaktır.