Suriye ile ilişkiler konusu, ülkemizin nerdeyse son 10 yılına damgasını vurdu. Gündemimiz ve enerjimiz bu konuda harcandıkça harcanıyor. Bu gidişle daha uzun yıllar bu gündem ile zaman geçireceğiz.İki başlığa dikkat çekmek isterim. Birincisi bu kadar maddi kayba, güvenlik kaybına, insan kaybına rağmen ülkemiz milletimiz ne kazandı. İkincisi olması gereken gündem bu mu? Ülkemizin başka bir meselesi yok da, bir Suriye konusu mu kalmıştı bu kadar yoğunlaşacak.
Bu kadar geçen yıllar içerisinde konu o kadar dallanıp budaklandı ki, konunun ana fikri neredeyse unutuldu. Yetmedi gidişat, adeta bir kan davasına doğru gitmeye başladı. Aklı başında politikalar gündem edilmezse, Ortadoğu’nun kandan balçık haline gelmiş coğrafyasına saplanmamak neredeyse imkânsız görünüyor.
Şunu kabul etmek gerek, Ortadoğu coğrafyası dünyanın incisi hükmündedir. Coğrafi lokasyonu, sahip olduğu yeraltı zenginliklerive enerji koridoru olması, ipek yolunun kalbi olması kısacası insanlığın ve medeniyetin beşiği olması gibi sayfalar dolusu gerekçeler yazabiliriz. Elbette ki bütün emperyalist devletlerin bu coğrafyada gözü olmuştur. Bu topraklarda kanlı çatışmalar yaşanmıştır. Sadece tarihin son dönemlerine baktığımızda bile, yaşanan savaşların temelinde bu coğrafyaya sahip olma gayesi görülecektir. Osmanlının hinterlandı olan bu topraklar için Birinci Dünya Savaşı yıllarında da paylaşım kavgası verilmiştir. Sömüren devletler de yıllar içerisinde el değiştiriyor. İşte son dönemeçte ABD, İngiltere'den bu hegemonyayı kendi eline geçirmiştir. Bu defa coğrafyanın imkânlarına sahip olma adına Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Kuzey Afrika projesini başlatmıştır.
İşgali tanımlayan isimler değişse de işgalin mantığı değişmemektedir. Yerel halklar sadece karın tokluğuna ve efendilerinin adına yaşayabilirler. İster, başta emreden olsun; ister aşağıda emredilen olsun bunlar ve ara kademedekiler sadece ve sadece rollerini iyi oynadıkları takdirde pozisyonlarını koruyabilirler. Aksi halde onlara yaşam hakları tanınmaz. İşte coğrafyamızda yaşananlar da bunlar; kartlar yeniden karılıyor. Gerisi sadece laf-ı güzaftır.
Elbette bu hengâmede her devlet kendi hesabını yapıyor. Ankara hükümetinin de devletimiz adına kendi hesabını yapması gerekmez mi? Devletlere bakıldığında değişmeyen bir kural vardır. Devlet politikasında, devletlerin vizyonları ve misyonları nettir. Hükümetlerin değişmesi bunu değiştirmez. ABD'nin ve Rusya'nın yayılmacı politikası karşısında, devletimizin varlığı, topraklarımızın bütünlüğü ve milletimizin ali menfaatleri bizim olmazsa olmazımızdır. Ancak ülkemizin dış politika adına bazen Rusya’nın yanında yer alması bazen de Amerika’nın yanında yer alması doğru bir yaklaşım değildir. İki uç arasında sarkaç gibi gidip gelmek ile kayıp üstüne kayıp vermek tabii bir akıbet olacaktır. Bu tespit bir duygu değil bir realitedir. Ülkemizin her karış toprağını ilgilendiren her bir insanını ilgilendiren çaptaki bu siyasi gelişmeler bir oldubittiye kurban gitmemelidir. Hele hele yapboz tahtası gibi uygulanmamalıdır.
ABD ile yaşanan rahip Brunson krizinde doların TL karşısındaki değerinin neredeyse 2 katına çıkması veya Rusya’nın uçağı düşürüldüğünde kaybedilen kazanımlar ve maddi kayıplar unutulmamalıdır. Birinin yanında yer almak doğru olan değildir. Akademisyenler üzerine düşeni yapmalıdır. Devletin kurumları raporlarını istatistik ilminin algı yönetimine göre değil, tarih önünde vereceği hesaba göre düzenlemelidir. Siyaset günü kurtarmak adına değil, sorumluluğunu yerine getirmek üzere yapılmalıdır. Basın yayın küçük hesaplara göre değil, büyük hesap gününü düşünerek hareket etmelidir.
Olması gereken biz gibi olmaktır. Milli Ekonomi Modeli ile Sosyal Devlet Milli Devlet ile Ehl-i Beyt ile Atatürk ile birlikte olmaktır. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”u asrın idrakine söyletmektir.