Burada genellikle iki ana görüş mevcuttur ki bunlardan biri; Kur'an'ı Allah bize anlayalım diye göndermiştir ve bize akıl vermiştir o halde ben bu kitabı anlarım kimsenin aklına da ihtiyacım yok gibi popülist yaklaşımlar mevcuttur. Ayrıca bu kitabı Allah bize göndermedi mi? Muhatabı insan değil mi? Benden bunu anlayıp, akıl etmemi istemiyor mu? Allah bize yetmez mi? O bize kâfi değil mi? gibi ayetlerdeki cümleler üzerine tamlanan cümleleri kullananları -hepimiz- hepiniz işitmişsinizdir.
Diğer bir görüş de bizim burada bir dahilimiz yoktur, asla
da olamaz. Hadis kaynakları ne demişse odur. Özellikle Buhari'de Müslim'de
(Sahiheyn) bir hadis varsa onunla hükmederiz. O hadisi anlamaya çalışmak için
ancak yorum yapabiliriz. Bu yorumlardan ancak Kur'an'ı anlayabiliriz ve böyle
anlamamız gereklidir. Bizi aklımız yanıltır, nakil ne demişse yani
"nas" ne demişse odur.
Çok genel tanımlamalarla tarafların söyledikleri bunlardır.
Ve her biri kendi görüşünü destekleyecek ayet ve hadisleri ifade ederek bunları
anlatırlar ve kendi görüşlerini doğrularlar.
Her şeyden önce şunu söylemekte fayda var ki, şahsım adına
ayetin niçinini anlamaya, yani usül ve yöntem açısından tahkik etmemiz
gerektir. Ben de kendi alanlarım olan İlahiyat ve Felsefede lisans eğitimi
almış tasavvufta ve iletişimde akademik çalışmalar yapmış neticede sosyolojik
tespitler yapmaya çalışan biriyim. Hüküm ALLAH'INDIR VE EN DOĞRUSUNU BİLEN
ALLAH VE RESULÜDÜR.
Bize göre bu İKİ GÖRÜŞÜN DE DOĞRU VE EKSİK TARAFLARI VARDIR.
Şöyle ki;
Bu görüşlerin hatalı olan metodolojik kısmında evvela
birinci görüşe binaen hemen şunu diyelim ki, akıl etmekle ilgili ayetlerin
hiçbirinde dini hüküm çıkarmak için akıl edin hüküm verin diye bir ayet yoktur.
İkinci görüşte ise hata şudur ki; evet sünnet korunmuştur
ancak hadislerin tamamı için bu söz konusu değildir. Zira hadisler
nakledilirken usül çalışmalarına dikkat edildiği halde tarihin seyri içinde
hadislerin tamamına korunmuştur diyemeyiz/diyemiyoruz.
Diğer yazılarımızda anlatmaya çalıştığım gibi bir ilmi
öğrenmek evvela o ilmin usül ve prensiplerini, çalışma metotlarını kavramakla
başlar. Maalesef günümüzde okumadan âlim, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi
olmak çok kolay. Bu yüzden de ilgi, bilgi ve fikir sahibi olmadan Kur'an ile
ilgili hükümleri çok çabuk veriyoruz. İslam'ın 6. şartı "haddini
bilmektir" der eskiler. Biz de haddimizi bilerek Kur'an'la ilgili hüküm
vermeden sosyolojik tespitler yaparak ilerleyeceğiz.
Konu sünnete gelmişken ikinci grubun görüşü de metodolojik
açıdan hatalıdır. Evet sünnet korunmuştur. Zaten öyle olmasa yeni peygamber
gelmesi gerekirdi ki -haşa- ki "O" son peygamberdir. Ve Kur'an'ın
bütünlüğü ve korunmuşluğu açısından bu muhaldir (imkânsızdır). Ancak hadislerin
güvenirliği konusunda ve hadis ravileri konusunda tartışma vardır ki bu gayet
normaldir. Bu yüzden araştırma konusu olmuş ve "Hadis" ilmi
doğmuştur. SÜNNET VE HADİS ayrı kavramlardır. Bunu ayıramayan kişi veya
bilginler neredeyse Peygamberin dindeki yerini sorgular olmuşlardır.
Hadis ilkelerini savunanlar; hadis kitaplarına, Kur'an gibi
bozulmamış gibi bakmalarından ötürüdür. Bundan kaynaklanan metod hatası
yapmaktadırlar. Bu konuda çok küçük bir araştırma dahi o hadisin mevzu mu?
(yani uydurma), zayıf mı? Sahih mi? (doğru-güvenli), mütevatir hadis mi (üçten
fazla ravinin farklı yer ve zamanda aynı rivayeti ettiği güçlü hadis) ya da
hasen hadis, ahad hadis mi? olduğu belli olur. Böyle bir hadisle amel edilip
edilmemesi mubah (uygun) mı, değil mi sonucuna da varılır.
Hadisin zayıflığı veya Kur'an'a uygunluğu tartışmalıyken
burada o hadisi kurtarmak veya hadis kitaplarını kusursuzca savunmak ciddi bir
hata olur. Hadislerin meşruluğunu onlarla amel edilip edilemeyeceğinin ve
"bize sadece Kur'an yeter" demenin önünü açmış olur ki, bu da bugünkü
kavram karışıklığının sebebidir. Bu manada ölçümüz evvela elbette Kur'an'dır
ancak Kur'an'ı doğru anlamanın yegane yolu da sünnettir. Kur'an'a uymayan
hadisler veya uydurma hadisler olduğu elbette gerçektir. Ama bu yüzden
sünnetten vazgeçemeyiz. Çünkü ayetleri anlayabilmek için de o ayetin nüzul
(indiriliş) sebebini bilmek yani sünnetin ne dediğini bilmek elzemdir (mecbur).
Bunun için de sahih hadisleri aramak bulmak ve onunla amel etmek zorunluluğumuz
da vardır.
"Peygamberleri apaçık deliller ve kitaplarla gönderdik.
Ey Resulüm sana da Kur'an-ı İNSANLARA AÇIKLAYASIN DİYE GÖNDERDİK. Böylece belki
düşünürler" (Nahl s.16/44)
Çok genel tanımlamalarla tarafların söyledikleri bunlardır.
Ve her biri kendi görüşünü destekleyecek ayet ve hadisleri ifade ederek
anlatırlar.
Kur'an-ı Kerim'de "Siz akletmez misiniz?",
"Niçin aklınızı kullanmıyorsunuz?", "Siz hiç düşünmez
misiniz?", "Düşünüp öğüt alan yok mu?", "Akıl edenler için
dersler vardır", "Belki onlar düşünürler" gibi böyle tamlayan
veya tamamlanan (Hud 51, Nahl 12, Enbiya 66, Kasas 60, Kamer 17, Zuhruf 2-3,
Bakara 242, Nisa 82, Kehf 54, Nahl 44) gibi daha birçok akıl ve düşünmeyle
ilgili ayetler mevcuttur.
Kur'an-ı Kerim'de açık ve yani (ahkam) hüküm bildiren
ayetler vardır. (Allah'ın varlığı ve birliği gibi, cennetin nimete ve
cehennemin azaba vesile olması gibi, iman esasları gibi, namaz kıl, zekat ver
emirleri gibi) ve anlamları nettir ve açıktır. Ancak müteşabih ayetler de
çoktur. Özellikle (müteşabih) ayetler dediğimiz mecaz, kinaye içeren ve
insanları aciz bırakacak derecede mucizevi anlamlar içeren ayetler vardır.
Zaten tartışma bu ayetlerin anlaşılması ve yorumlanmasındadır. Müteşabih
ayetlerin olması başka bir açıdan Kur'an'ın tüm çağlara hitap ettiğini de
gösterir. Ancak Kur'an'ı bu yönden anlamadaki tutum ve metod nasıl olmalıdır?
Çünkü bu ayetlerden Kur'an'ı mealinden okuyup hüküm çıkarmak çok zordur. Bir
şiiri dahi başka dile çevirmek çok güç iken ilahi mesaj içeren vahyi tercüme
etmek ilmi bir derinlik gerektirir.
Bugün yabancı dilde bir şiirin çevirisi bile tam yapılamaz.
O çevirinin o şiirin kendisi olmadığı gerçektir. Çünkü şiirlerde derin anlamlar
içeren manalar, teşbihler, kinayeler, imgeler vardır. Hala Mevlana'nın
Mesnevi'sine özellikle Mesnevi'sinin ilk 18 beytine yüzlerce yıldır, binlerce
şerh (açıklama/yorum) yapılmaktadır. Bu yüzden usül ve prensip bilen âlimler
Kur'an'ın tercümesi yerine meali demişlerdir yani yakın anlamı. Bu yüzden Kur'an'ın
meali; Kur'an değildir.
Burada şu soru akla gelebilir. Kur'an okumak ibadettir,
mealinden okumak yani anlayarak okumak daha ibadet değil midir? Hemen bunu
açıklayalım ki, Kur'an-ı Kerim Allah kelamıdır. Kur'an okumak Allah ile
konuşmaktır. Ancak meali ya da tefsiri kıraat ibadeti amacıyla okunmaz. Anlamak
için okunur bu da başka bir
ibadet olur, o başka. Ancak Kur'an'ı Allah kelamı olarak
orijinal diliyle okumak onunla konuşmaktır. Velhasıl Kur'an'ı orijinal
metninden okumak ibadettir. Ancak anlamak için birkaç mealden ve tefsirlerden
karşılaştırılarak okunmalıdır.
Şöyle ki, şu an yazdığım dizüstü bilgisayarın yazılımı ve
donanımı hakkında teknik bir bilgiye sahip değilim. Ya da her gün konuştuğumuz
telefon hakkında da öyle. Ancak klavyeye dokunarak yazabiliyor, telefonun
tuşuna basarak konuşabiliyorum. İşte Kur'an'ı Arapça/Rabca yani orijinal
diliyle okumak Yaratan ile konuşmak gibidir ve ibadettir. Elbette anlamını
bilmek, incelikleri üzerinde düşünmek araştırmak kıymetlidir. Ancak herkes bu imkâna
sahip olmayabilir sadece okumak dahi ibadettir.
"Anlayıp düşünesiniz diye Kur'an'ı Arapça okunan bir
kitap kıldık."(Zuhruf 43/3)
Az evvel bahsettiğimiz akıl etmeyle ilgili ayetlerdeki gibi
sadece tamlayan kelimelerini alarak değil, en azından bütününe ve nuzül
(indiriliş) sebeplerine göre değerlendirmeliyiz. Zira "akledin"
derken "hüküm çıkarın" demiyor.
Tefsir ve bir ayeti yorumlamak için en azından o ilmin usül
ve metodolojisini iyi bilmek gerekir hatta tefsir için eskilerin deyimiyle 18
ilimden mezun olmak gerekir. (Kur'an'ı tefsir edecek kişilerin şu bilim
dallarını bilmeleri gerekir. Bu konuda ilim sahibi olan alimler; Lugat (yani
Arapça), Nahiv ve sarf (Dil bilgisi), Kıraat (okunuşunun incelikleri), Belagat
(kısaca edebi yönü), Akaid ve Kelam (İnanç esaslarının ilmi), Usul-i Fıkıh
(hukuk ilmi -Hüküm çıkarma), Usul-i tefsir (bu alan çok geniştir. İndiriliş
sebeplerinden, nesih, mansuhtan, Kur'an kıssalarından, müşkil-i Kur'an'dan ve
Kur'an meselelerine vakıf olmak gerekir), Usul-i hadis (hadislerin
kaynaklarının güvenirliğini araştırarak bulmak), Tarih, sosyoloji, antropoloji,
doğa ve fen ilimlerini ve mevhibe ilmi (ilmiyle amil basiret sahipleri) gibi
ilimlerde uzmanlaşmışlardır ve bunlara göre ancak tefsir ederler.)
"Anlayıp düşünesiniz diye Kur'an'ı Arapça okunan bir
kitap kıldık." (Zuhruf 43/3). Bahsettiğimiz akıl etmeyle ilgili
ayetlerdeki gibi sadece tamlayan kelimelerini alarak değil, en azından bütününe
ve nüzul (indiriliş) sebeplerine göre değerlendirmeliyiz. ZİRA AKLEDİN DERKEN
HÜKÜM ÇIKARIN demediğini geçen haftaki yazımızda bahsetmiştik.
Burada Arapça sıfattır. Kur'an'ı nitelemiştir. Kur'an'ın
Arapça olmasında bir şüphe söz konusu değildir. Ancak bununla Arap kavmine veya
diline bir üstünlükte söz konusu değildir. O günün toplumuna ve Peygamberinin
konuştuğu dil olduğu sebepledir. Yani Kur'an Rab dilidir, "Rab"cadır.
Diğer peygamberlere de vahiyler kendi dili ve öğretisiyle gelmiştir. İbranice,
Sankritçe ya da diğer Sami dillerince
belki Sümer-Akad dilleriyle de gelmiş olabilir. Bilmiyoruz/ bilemiyoruz. Zira
onlardan kalma bir belgeye ya da nüshaya sahip değiliz. Elimize ulaşan diğer
ilahi vahiy kaynağı kitaplar daha sonra müntesipleri tarafından beşeri
ifadelerle değiştirildiği için, ilahi kaynak günümüze kesintisiz ulaşmadığından
bunlar rivayetlerdir. Bu durum o dillerinde kutsal olduğunu göstermez. Kur'an
yazı dili olarak değil anlam olarak Arapçadır. Arapça anlam ifadesiyle nazil
olmuştur. Muhtevası Allah tarafından anlayalım diye o günün kullanılan toplu
dili ile yani Arapça olarak gelmiştir. Tabi o günkü yazı dili ve alfabesiyle,
harfleriyle yazılmış ve günümüze kesintisiz ulaşmıştır.
Bu ayeti tefsir eden âlimler, en geniş ve ahenkli bir dil
ile indirdiğini aynı zamanda Kur'an'ın Arapça olmasının sebebini indiği toplum
diliyle seslenerek -Arapları ikaz ederek- bu kitabın sadece size değil tüm
insanlığa hitap ettiğini anlarsınız demişlerdir. Ayrıca Ey Araplar! Sizin
dilinizdeki edebiyatçıların, şairlerin sözlerine benzemediğini de gördünüz,
bunun bir insan kelamı olmadığını, ilahi bir kelam olduğunu düşünürseniz
anlarsınız. İŞTE buradaki AKIL etmek ve anlamak bunun ilahi kelam olduğunu
anlamaktır yoksa hüküm çıkarmak değildir.
Arapça yapısı ve zenginliği açısından çok geniş bir dildir.
Mealler bu konuda ister istemez yetersiz kaldığından Kur'an'ın mucizevi
anlamlar içeren derinliğini ve onun mesajını anlamak için en azından o ayetin
(indiriliş sebebini) nüzul sebeplerini bilmek gereklidir. Bu amaçla tefsirlere
bakılıp en azından karşılaştırmalı (birkaç meale) bakması ya da açıklamalı
meallere bakılması gerekir ki yoksa çözüm yerine düğümleri artırırız. Nitekim
öyle olmasaydı en büyük âlimler ve Kur'an'ı en iyi anlayanlar hep ana dili
Arapça olanlardan olması gerekirdi. Halbuki durum hiç de böyle değildir.
Akıl ve düşünme ile ilgili ayetler üzerinde düşünelim.
Mesela Kasas suresi 60. ayette "Size verilen şeyler, dünya hayatının
geçimi ve süsüdür. Allah'ın katında olanlar ise daha iyi ve devamlıdır. Akıl
etmez misiniz?" Gayet açık bir şekilde dünyanın nimetlerinin geçici
Allah'ın katında ise devamlıdır. Buradan "bunu düşünemiyor musunuz?"
diye uyarı vardır, hüküm yoktur.
Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da aklın ve düşünün
tabu haline gelmemesidir. Zira zaman zaman akıl, zaman zaman aklın yerine
düşünce tabu haline getirilmiştir. Sanki düşünce sadece akılla yapılıyormuş
gibi. Akletme sadece zekayla yapılamayacağı gibi ki düşünce de akılla beraber
sağduyu, önsezi, hatta rüya, altıncı his dediğimiz gibi birçok öncül vardır.
Buna gönül de eklenince ancak tefekkür (zeka-sezgi-önsezi-duygu-bilgi-fikir-sağduyu)
olur. Modern deyimle, düşüncenin merkezi akıl değil gönüldür.
Nahl suresi 12. ayette de güneşin ayın yıldızların Allah'ın
emri ile hareket ettiklerini akıl edenler için dersler olduğunu ve düşünenler
için ibretler olduğunu söyler.
Hud suresi 51. ayet de "Ey kavmim buna karşılık bir
ücret istemiyorum. Ücretim Yaratana aittir. Hala aklınızı kullanmayacak
mısınız?" Peygamberlerin (Hz. Muhammed, Lut, Hud, Şuayb, Salih gibi
Peygamberlerin dilinden) dünyalık bir menfaatlerinin olmadıklarının beyanıdır.
Bunu akıl etmiyor musunuz? diye de ikaz eder. Vahyi anlamaya çalışan bir akıl.
Vahiyle kavramaya çalışan selim bir akıldan bahseder. Nitekim ayet ayeti tefsir
eder ve Şura 23 ayette de Peygamberimizin dilinden "Ben bu peygamberlik
görevime karşılık yakınlarıma (Ehl-i Beyt'ime) sevgiden başka bir şey
istemiyorum" der. Böylece düşünüp "Ehl-i Beyt'ini" sevip
korumamızı ve bunu bizim akıl etmemizi ister. Tabi düşünene, akıl edene, görmek
isteyene köre ne?
"Peygamberleri apaçık deliller ve kitaplarla gönderdik.
Ey Resulüm sana da Kur'an-ı Kerim'i insanlara açıklayasın diye gönderdik,
böylece belki düşünürler" (Nahl s.16/44)
Buradaki düşünme ikazı ayetin tamamına bakıldığı zaman gayet
açık ve nettir. Peygamberimizin Kur'an-ı Kerim'i anlatma, açıklama ve örnek
olma gibi bir çok görevleri vardır ki bunlar birer ilahi kanundur. Zira
Peygamberimizin Kur'an'da; Tebliğ (insanlara ulaştırma) Maide 5/67, Teş'ri
(hüküm koyma), Haşr 59/7 Tebyin (Kur'an'ı açıklama) Nahl 16/44, Temsil (örnek
olma) Ahzap 33/21 gibi ayetlerle belirtilen görevleri vardır. Tüm insanlığa ve
hatta âlemlere bu öğreti ancak ve ancak sünnet iledir.
Konu sünnete gelmişken bu yazı dizisinin ilk bölümünde akıl,
Kur'an ve sünnet ilişkisinde "Kur'an bize yeter" diyenlerin görüşüne
binaen akıl etmekle ilgili ayetlerin hiçbirinde dini hüküm çıkarmak için akıl
edin veya hüküm verin diye bir ayet olmadığından bahsetmiştik.
İkinci görüşte olanlar şu açıdan metot hatası oluşturur:
Yani "tüm hadisleri kabul etme zorunluluğundan" bahisle ancak
hadislerin tamamı için bunun söz konusu olmadığını söylemiştik. Zira hadisler
nakledilirken usül çalışmalarına dikkat edildiği halde tarihin seyri içinde bazı
hadislerin yeniden tahkik çalışmalarına TABİ TUTULMASI gerektiğinden
bahsetmiştik.
Hadisin zayıflığı veya Kur'an'a uygunluğu tartışmalıyken
burada hadisi kurtarmak veya hadis kitaplarını kusursuzca savunmak ciddi bir
hata olur. Zira Kur'an'a uymayan "uydurma hadisler" mevzu hadisler
dahi mevcuttur. Bu yüzden bütün hadislerin ve tüm hadis kitapların meşruluğunu
savunmak "bize sadece Kur'an yeter" demenin önünü açmış olur ki, bu
da bugünkü kavram karışıklığın sebebidir.
Yine bu konuyu savunanlar; hadis kitaplarına Kur'an gibi
bozulmamış bakmasından kaynaklanan metot hatası yapmaktadırlar. Ancak günümüzde
bu konuda o hadisin mevzu mu (uydurma)?
Zayıf mı? Ya da sahih
(doğru-güvenli) hadis mi? Mutevatir
(üçten fazla ravinin farklı yer ve zamanda aynı rivayeti ettiği güçlü hadis) ya
da hasen mi? Ahad hadis mi (bir kişinin
rivayet ettiği)? Yoksa böyle hadislerle
amel edilip edilmemesi mubah mı? çok küçük bir araştırmayla dahi olduğu belli olur.
Bu manada ölçümüz evvela elbette Kur'an'dır ancak Kur'an'ı
doğru anlamanın yegane yolu da sünnettir. Bu sebeple ayetleri anlayabilmek için
de o ayetin nüzul (indiriliş) sebebini bilmek yani sünnetin ne dediğini bilmek
de elzemdir (mecbur).
Burada hadis ve sünnet kavramını ayırmıştık. Sünnet, sosyal
hayatta kabul görmüş artık kültleşmiş zamanla toplum hayatına mal olmuş, sahih, meşhur hatta mütevatir derecesine
ulaşmış rivayetlerden oluşan hadislerdir. Bu yüzden sünnet hâlâ ayaktadır.
Kıyamete kadar da öyle kalacaktır.
Evet sünnet korunmuştur. Zaten öyle olmasa yeni peygamber
gelmesi gerekirdi ki -haşa- "O" son peygamberdir. Ve Kur'an'ın
bütünlüğü ve korunmuşluğu açısından bu muhaldir (imkânsızdır). Ancak hadislerin
güvenirliği konusunda ve hadis ravileri konusunda tartışma vardır ki bu gayet
normaldir. Zira Sünni ekol bu konuda çok titiz davranmış büyük ve önemli
çalışmalar ortaya koymuştur.
Çünkü Sünni dünyada hadis çalışmaları Ömer b. Abdulaziz
döneminde hicri 3. asırda başlamasına rağmen EHL-İ BEYT dünyasında ise Hz.
Peygamber hayatta iken başlamıştır. Hz. Peygamberin tüm sahabilere Kur'an ile
karışmaması için benden duyduklarınızı yakın demesine rağmen Hz. Ali'ye
"Ya Ali benden duyduklarını yaz" dediği için ravi zincirinde
kesintisiz olan hadisler Ehl-i Beyt ekolünde mevcuttur. Buna rağmen bazı
uydurma rivayetler de zamanla bu ekole sızmıştır.
Bu yüzden öncelikle, keşke "Ehl-i Beyt - Şii ve
Sünni" mezheplerin ortak kabul ettikleri kaynaklardan yararlanarak
çalışmalar yapılsa ve bu ütopik bir arzu olmasa. Bu hassasiyete sahip alimlerin
bu konuda çalışmaları acilen gerçekleşse. Zamanın onları da kabul edeceği ve
takdir edeceği çalışmalar yapılsa. Bunu dünyaya aktaracak bilim insanları
yeniden yetişse ve çoğalsa.
Bunu tarihte münferit (tek başına/şahsi olarak) bazı alimler
yaptılar ve elbette tarihe mal oldular. İmam Cafer gibi, Ebu Hanife gibi, İmam
Şafii gibi, İmam Malik gibi ya da Ahmed
b. Hanbel gibi. Hem Ehl-i Beyt yolunu
esas almalarıyla, hem ilmi çalışmalarıyla, hem tefsir (müfessir) hem hadis alanında
(muhaddis) hem fıkıh (fakih) alimi olmalarıyla hem pozitif ilimlere hakimiyetleriyle, hem de gönül ve irfan sahibi olma yönleriyle
bunu başardılar ve nesiller tarafından kabul edildiler. Maalesef 11. asırdan
sonra tasavvuf ve birkaç ilim dalı hariç 16. asırdan sonra ise hemen hemen diğer
tüm ilimlerde bunu gerçekleştiremedik.
"Kur'an aklı kullanmayı emreder" sözünü
yorumlamadan önce akıl nedir, din nedir, vahiy nedir bu kavramlara anlam
vermemiz gerekiyor.
Akıl nedir, alanı nedir? Din nedir, alanı nedir? Vahiy
nedir, alanı nedir?
Bu soruların cevaplarını tarafsız olarak verirsek problem
zaten çözülmüş olur.
İnsan zihninin kategorileri ile varlığın kategorileri aynı
mıdır? Yani bir özdeşlik var mıdır, yok mudur? Mesela Elmalılı Hamdi Yazır,
Mülk Suresi "Semavatin Tıbaga" kelimesini şöyle açıklıyor:
Yedi Gök insanın yedi bilme derecesidir. İlk beşi beş
duyumuz, altıncısı akıl, yedincisi de vahiydir.
Gelelim bilgi kavramına. Dış dünya insanın beş duyusuna
vahye ve akla dayalı olarak algılanabilen bir karakterde yaratılmıştır. Bilgi
nedir? Bilgi insan zihniyle dış dünya arasındaki mutabakattan yani ilişkiden
ibarettir. Bu bir realizimdir. Yani dış dünyayı insan kurmaz. Dış dünya insan
dışında haktır, gerçektir. Dış dünyayı da var eden haktır, gerçektir. İşte
insan hakikati yani onun gerçekliğini algılayacak gerçek bir beş duyuya gerçek
bir akla ve gerçek bir vahye sahiptir. Yani dış dünyayı insana bildiren, dış
dünya ile arasında iletişim imkanını sağlayan, algılama algılanan ve algılayan
arasındaki korelasyonu varlıkların yapısına yerleştiren bir varlık vardır. O da
ALLAH'tır (Ya da tanrı, ya da ilah, ya da üstün bir akıl).
Dolayısıyla mutabakat (ilişki) esastır. Gerçek olan dış
dünyayı algılama imkanı olan insanın keşfetme imkanı olmadığı alanlarda vahyin
bildirimde bulunması çok normaldir (mesela ölüm ve ötesi). Hatta gereklidir.
Bunun dışında bu varlık âleminde kalanların da akıl ve beş duyu ile algılanması
ve bilinmesi Allah'ın ilahi takdiridir. Bu sebeple akıl ve vahyin ya da akıl ve
dinin çelişmesi mümkün değildir.
İnsan ya bir şeyi bilmiyor yahut akledemiyorsa… “Biz insana
her türlü örnekleri veriyoruz…” diyor, Kur'an. Ancak bilgi sahibi olanlar
aklını doğru ve dürüst kullanabilir. Kur'an aklını kullanabilmeyi bilgi sahibi
olmaya bağlar. O zaman aklını kim kullanamıyor? Mesela ateistler içinde müthiş
akıllı ve zeki olanlar vardır, zira sorun zekâda değil, sorun bilgidedir. O
halde bilgi nedir? Bilgi sünnet midir? Bu bilgi sorunun cevabı sünnet olabilir
mi?
Akıl insanda bir öz değildir, bir yeti değildir. Akıl
bilgilerimizin toplamından ibarettir.
Bilgi insana ne yaptırır, nasıl iş yaptırır düşündürür,
eyleme dönüştürür. Akıl ve bilgi arasındaki etkileşim akletmenin ve bilgi
sahibi olmanın doğrudan ve gerekli sonucudur.
İslam ve bilim arasında vahiy ile modern bilim arasında
ilişki nedir? "Bu epistemolojik bir sorundur." Aslında akıl ve inanç
aynı kaynaktan gelir. İnsanlara peygamber gönderilmeseydi de insan akıl ve
bilgiyle tanrıdan yana bilgi sahibi olabilirdi. Katolig St Thomas akla önem
vermiş aklın fonksiyonlarını kabul etmiştir. Bu onun dönemi için bir devrimdi.
Ne zamana kadar Protestanlığa kadar. Protestanlıkta metnin
dışına çıkılmaz. Aklın fonksiyonu yoktur.
Dış dünya gerçek midir? Allah dış dünyayı şahit tutuyorsa bu
şahit gerçektir. Dış dünya doğru ve gerçektir.
Dış dünya sahte ise Allah beni neden dış dünyayı algılamaya
yönlendirsin?
Kur'an'a baktığımızda bazı epistemolojik kavramları
görüyoruz. Burhan, hüccet, sultan.. "Ölseniz de yaşasanız da bir delil
üzere olun" yani burhanınız olsun, hüccetiniz olsun, sultanınız olsun.
Mesele sadece inanç olsaydı Allah inanana bu kadar çağrıda bulunmazdı. Burada
akıl ile vahiy arasında rasyonel bir ilişki görülmektedir.
Kur'an ayetleri Fatiha'dan Nas'a kadar burhani midir yani
akıl ve tecrübe ile ispat edilebilir bir içeriğe sahip midir? Yoksa hitabi
midir? Yani Allah ne diyorsa odur mu diyoruz?
Kur'an ayetleri baştan sona burhanidir yani anlaşılabilir, anlatılabilir, açıklanabilir, iletişime konu olabilir. Yani Kur'an'ın içinde ne varsa dinidir aklidir ve de tecrübidir.
Bilimsel ve felsefik çalışmalar yaşam felsefesine dönünce
yaşamsal çıkmazlar yaşanmaya başlandı. Akıl-Kur'an-Sünnet üçgeninde aklın vahiy
ile, vahyin akıl ile olan ilişkisinde akıl vahiyden üstündür demek aklı din
haline getirmek olur ki bu akla zulümdür. Zira aklı yaratanın ALLAH olduğunu
kabul eden "MÜSLÜMAN" düşünürlerin aklı, vahyin önüne almaları
gariptir. Nitekim vahiy Yaratıcının sözüdür/aklıdır. Ancak yaratıcıdan ilahi
nefha taşıyan insan yani yaratılan/mahlûk olan akıl etmeyecek mi? Burada elbet
muhatap insandır. İnsan düşün dünyasındaki yeri ve sınırı nedir?
"Akıl vahiyden üstündür" diyenlerin temel tezleri
olan "Akıl evrenseldir vahiy yereldir, yerel olanın evrensel olana tabi
olması gerekir" görüşlerinde usül hatası vardır. Zira akıl mahlûktur yani
yaratılmış olandır. Vahiy mahlûk değildir zira Allah kelamıdır. Bu anlamda
yaratıcının aklı vahiydir ve vahiy mahlûk değildir, zira bu anlamda vahiy
tümeldir. Evrensel olandır. Akıl, ilahi vahye göre elbette yereldir. Yaratılmış
olanın (mahlûk olanın), Yaratıcı olana (mahlûk olmayana) tabi olması zaruridir.
Buna göre aklı evrensel kabul edip vahyi yerele almak, yerel olanın evrensel
olana tabi olması gerektiğini söylemek akli bir metodolojik hata olur.
Akıl, parçayı anlamaya çalışan bir akıl değildir. Akıl
Yunanca intellektir. Yani resmin tamamını görmeye ve anlamaya çalışan bir
akıldır. Kur'an'da bu bazen lüb, bazen nühadır. Parçanın bizi götüreceği resme
odaklar. Bilimin ilgi alanı algılanan varlıklar, dinin ilgi alanı algılanan
varlıklar ötesini de kapsar. Dolayısıyla din bilimi de içine alan geniş tümel
bir kavramdır.
Aklın dinin her verisini
(deney, gözlem ve ispat ile) doğrulaması beklenemez. Çünkü aklın
sınırlarının olduğu bilimsel bir gerçekliktir. (zira akıl nedir sorusunun hala
tam yapılabilmiş nesnel bir tanımı yoktur) bu anlamda dinde esas olan iman/inançtır.
Din imandan gelir, iman Allah'ın sonsuz güç sahibi olduğunu
kabul eder ve sonsuz güç sahibi olan Tanrı sonsuz ilim sahibidir ve mükemmel
yaratıcıdır. Bu yüzden iman, inandığı şeyi sorgular ama bu sorgunun sınırını
bilir zira mükemmel yaratıcılık her şeyde mükemmellik getirir. Akıl bu sınırı
da idrak edecek yetidedir. Bilim bu varlık âlemini inceler o halde Allah'ın
yarattığı bu varlık âleminde kusur yoksa bilim bize doğru verileri verecektir.
Bunu idrak sürecinde eksik ve hata da akıldan kaynaklı bir hata olur ki akıl
bunu da yineleyecek yetidedir.
Bilim tamamen akla bağlı işler, din ise aklı ve kalbi
beraber işletir. Dolayısıyla din ile bilim çelişmez olsa olsa birbirini
tamamlar. Akıl da vahiyle çelişmez. Akıl vahyi anlamaya ve kavramaya çalışır
bunun için de aklını kullanır. Vahye tabi olan bir akıl, bunları anlayacak
idrak ve meleke ile yaratılmış olduğu için onun üstünlüğünü kavrar. İŞTE
KUR'AN'DA bunu kavrayamayan akla tüm
bunları vahiyle hatırlatması/ikaz etmesi bu sebepledir.
Nitekim Kur'an'ı Kerim'deki "Siz akletmez
misiniz?", "Niçin aklınızı kullanmıyorsunuz?" , "Siz hiç
düşünmez misiniz?", "Düşünüp öğüt alan yok mu?", "Akıl
edenler için dersler vardır", "Belki onlar düşünürler" (Hud 51,
Nahl 12, Enbiya 66, Kasas 60, Kamer 17, Zuhruf 2-3, Bakara 242, Nisa 82, Kehf
54, Nahl 44) gibi tümceler Kur'an'ın muhataplarına kullandığı hatırlatmalardır.
İnsanoğlu hiç bunu düşünmez mi? Hiç bunu düşünmez misiniz? Sorusunun cevabı
Kur'an'ın kendisindedir. İlahi vahyi tasdik etmektir ve bu manada İlahi vahyin
üstünlüğünü kabul edebilmektir akletmek. Vahyin mesajını kavrayabilmektir
akletmek. Peygamberin Kur'an'ı açıklayıcılığını kabul ve tasdik etmektir
akletmek. Bu yüzden burada bilgi sünnettedir. Başka bir deyişle sünnet bilgi
iledir.
Buradaki düşünme ikazı ayetlerin bütününe bakıldığı zaman
gayet açık ve nettir. Peygamberimizin Kur'an'ı anlatma ve açıklama görevi
vardır ki bu ilahi bir kanundur ve yine bu öğreti ancak ve ancak sünnet iledir.
Buna rağmen aklı putlaştırıp kendi zekasına tapan 'akıl ve zeka'
ise maalesef bundan mahrumdur. Sanırım bu konularda çok daha ince düşünmek
gerekir. Emin olun bu düşün sayesinde toplumların özgürlüğü, refahı, mutluluğu,
merhameti, adaleti, düzeni ve eşitliği artacaktır. Ve yine emin olun bireyin
mutluluğu da bu düşün ve akılda saklıdır.
UZUN BiR YAZI DİZİSİNİN son sözü olarak, İlahi vahye tabi
olabilmek, vahyin üstünlüğünü kabul edebilmek, mesajını kavrayabilmektir
akletmek. Peygamber'in Kur'an'ı açıklamasını, örnek olmasını ve mesajını tasdik
etmektir akletmek. Ve bu akletmek vahiy-sünnet ilişkisinde bilgi sünnet
iledir, ve vahiy bilginin kendisidir.
Sözün Özü: AKIL, İNSANIN GÖNLÜNDEDİR.
Vesselam…
ARDA KARANİ
NOT: Değerli bir eğitimci olan Arda Karani hocamızın Yeni Mesaj gazetesindeki köşesinde 6 bölüm halinde yayınlanan bu makale serisini önemine binaen toplu olarak sizlere sunmak istedik. İstifade edilebilecek çok önemli bir yazı olduğunu düşünüyoruz.