Kapitalizm her ne kadar
bir ekonomik sistem olarak görülse de aslında Hristiyanlığın yayılım
politikasından başka bir şey değildir. Kapitalizm ve liberal ekonominin
yayılışı 19.yy’daki göçlerin ana belirtecidir.
1838 yılında İngiltere
ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan Baltalimanı anlaşmasıyla Osmanlı İngiltere’den pamuk almaya başlamıştır. Böylece görece daha ucuz olan İngiliz malları Osmanlı piyasasına girmiştir. Bu şekilde Osmanlı'da daha liberal
bir ekonominin oluştuğu, fakat bu liberalleşmenin aynı zamanda “Nasıl olsa
İngiltere'den ucuz ürün elde ediyoruz!” mantığıyla Osmanlının endüstrileşmeden
kaçışına sebep olduğunu görmekteyiz. Antlaşmadan bir süre sonra, piyasadaki İngiliz
malları tam 2 katına çıkmıştır.
Ayrıca bu antlaşma Osmanlının
gümrükler üzerindeki hükümranlık haklarını kısıtlamıştır. Osmanlı Devleti’nde
ticaret ve para akışı tamamen azınlıkların eline geçmiştir. Bu süreç, azınlıkların
imtiyazlı, zengin ve dışa bağlı bir hal almalarına ön ayak olmuştur. 1838 serbest
ticaret anlaşması sonucu Batı kapitalizmi ile entegre olan ve kıyı şeridinde
yer alan kimi kentlerde (İzmir, Mersin gibi) göreli bir iktisadi gelişme
yaşanmış, fakat bu azınlıkların ekonomik olarak güçlenmesi şeklinde olmuştur.
İşte bu şartlarda 8 Şubat 1856’da Sultan Abdülmecid
tarafından ilan edilen Islahat fermanı ile Osmanlı’da eşitlikçi, modernist daha
seküler bir vatandaşlık anlayışına geçilmiştir. Kabul edilen millet sistemi, farklı
dini grupların özerkliklerine dönüşmüştür. Yerel konseylerde verilen temsil
hakkı ile de, özerkliğe sahip imparatorluk sistemindeki yerel yönetimlerin
merkezi yönetimden ayrılarak imparatorluğun çözülmesinde daha etkili bir role
sahip olmalarına neden olmuştur.
Daha sonrasında 1869 yılında kabul edilen vatandaşlık kanunu (hiçbir fark
gözetmeksizin Osmanlı bir anne babadan ya da Osmanlı babadan doğan her çocuk
Osmanlı vatandaşı kabul edilmiştir) sonrası meydana gelen göçler parçalanmaya
hız katmıştır. Toprak bütünlüğümüzde gözü olanlara davetiye
çıkarılmıştır.
Daha sonra, 1878 yılındaki Berlin Anlaşması, belli başlı her Ortodoks Hristiyan
topluluğun kendi bağımsız toprak bütünlüğü olan Ulusal Devleti'ni kurmasına
olanak sağlayarak Müslümanları azınlık haline getiren ideolojik ve kültürel
süreci başlatmıştır. Sırbistan, Romanya, Karadağ ve Bulgaristan neredeyse bir
gecede bağımsız birer devlet oldular. İşte bu yeni devletlerin yöneticileri
dini merkeze alarak Müslümanları yani Türkleri din değiştirmeye asimile etmeye
ya da göç etmeye zorlamışlardır.
Bakınız Pomaklarla ilgili bir parantez açmak istiyorum. Bulgaristan'da Slavca
konuşan Müslümanlar, çeşitli devlet baskılarına ve onları Bulgar olduklarına
ikna etmeye yönelik kandırmalarına karşın, kendilerini İslamiyetle ve Türklükle
özdeşleştirmeye devam etmişlerdir. Böylelikle dinin etnik kökenden ya da dilden
daha güçlü bir kimlik kaynağı olduğu görülmektedir. Çok sayıda Pomak, şimdi
Türkiye’ye göç etmiş ve Türkiye'de yaşamaktadırlar.
Clarance Richard Johnson, bakınız o dönemi eserinde nasıl tasvir ediyor:
“Osmanlı'nın son dönemindeki bazı kesimlerin
sahip oldukları hak ve ayrıcalıkların, Osmanlı yasalarından kaynaklandığını
görmekteyiz. Kabul edilen kapitülasyonlar ile Türkiye'de yaşayan yabancılar farazi
bir kanuna göre kendi ülkelerinde yaşıyorlarmış gibi kabul edilmekte ve kendi
ülkelerinin yasalarına tabii ve sorumlu bulunmakta idiler. Bu düzenleme
çerçevesinde her yabancı ülkenin tebaası, ayrı topluluklar şeklinde yaşamakta
ve kendi aralarında seçtikleri görevliler tarafından yönetilmekte idiler. Pratikte
birer küçük devletçikler halini almışlardı. Toplumu ilgilendiren bütün sorunlarda
Osmanlı Hükümetine müracaat edilmeksizin apayrı biçimde o toplumu oluşturan
halkın yasalarına ve törelerine göre çözüm üretmekte idiler. Bu toplulukların
hepsinin ayrı mahkemeleri yargıçları ve jürileri oluşmuştu. Pek çok bölgede kendi
okulları ve kiliseleri vardır” ( Johnson C. R., İstanbul
1920, Çeviri: Sönmez Taner, Türk Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul-Nisan
1995, s:89).
O yıllarda kapitülasyonlar,
şimdiler de diasporalar bu azınlıkları kullanarak ülke bütünlüğümüze
tehdit oluşturabilmektedirler.
İşte Osmanlının son
dönemlerinde sonu hızlandıran göç politikaları irdelendiğinde, 1934 İskan
Kanunu hatırlanmalıdır.
Bu kanuna göre Türk
kültürüne yakın olanların ülkeye girişleri kolaylaştırılmakta bunun
dışındakilere ise sınırlama getirilmektedir. Ayrıca ülke içinde de Türkleştirme
sürecine yönelik bir takım düzenlemeler yapılmıştır.
Müslümanların elde kalan
vatana göç etmesi ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesi ve
sonraki dönemlerde de Türkiye'ye Balkanlar'dan Kıbrıs'tan veya Kırım'dan
yönelen soydaş göçü, dil ve kültür birliği olan coğrafyaya zorunlu veya gönüllü
göç olgusuna örnek teşkil etmektedir. 1934 İskan Kanunu çerçevesinde olan göç
hareketleri ülkenin nüfus yapısını sosyoekonomik ve kültürel gelişmesini
derinden etkilemiş, ulus-devlet oluşumunda önde gelen etkenlerden biri olarak
değerlendirilmiştir. Ardından bu göç hareketlerine Kafkasya katılmış olup
Sovyetler Birliği'nin çözülüşü Türkiye’ye yönelik beşeri hareketliliği
tetiklemiştir.
Son dönemde Çin Halk
Cumhuriyeti'nin Sincan Uygur Özerk bölgesinden gelenler de bu statüde
sayılabilir. Yaşanan siyasal baskılar sonucu Çin'in bu bölgesindeki Uygurların
küçük gruplar halinde Türkiye'ye gelip yerleştikleri görülmektedir.
Ulusal Türk Devleti, Mustafa
Kemal Atatürk önderliğinde ortak bir tarihsel kültürel mirasa ve geleceğe
yönelik hedeflere dayanan, yeni bir siyasal kimlik ve aidiyet duygusu doğurmuştur.
Bu duruş, Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet ayakta kalabilmesi için korunması
gereken bir duruştur.