Prof. Dr. Haydar Baş'ın gazetemizde yayımlanan 29-05-2011 tarihli yazısıdır
Bağımsızlığın bir millet için taşıdığı hayatî manayı sık sık vurgulamakta ve bağımsızlığın bir milletin can damarı olduğunu her fırsatta ifade etmekteyiz. Ve demekteyiz ki; tarih, bağımsızlığını kaybeden, esaret altına giren milletlerin düştükleri vahim durumların misalleri ile doludur.
Bağımsızlığın olmadığı yerde can, mal ve namus emniyeti gibi en temel hürriyetlerden dahi bahsedilemez.
Biz millet olarak bu acı tabloyu yakın tarihimizde bizzat yaşadık. Yunanlılar 1919'da İzmir'e girdikleri zaman bu bölgede büyük bir katliama giriştiler.
Türk evleri bombalandı. Türk aileleri evleri ateşe verilerek yakıldı. Malları yağmalandı.
Fransızlar ve İtalyanlar tarafından işgal edilen Anadolu'nun diğer bölgelerinde de bundan farklı olaylar yaşanmamıştır.
Bir Türk kadınının çarşafını açmaya kalkan Fransız askeri öldürülmüş ve bu, düşmana sıkılan ilk kurşun olmuştur. Burada şu hakikati vurgulamak gerekir. Bu silahlı işgal dönemi, kağıt üzerinde yapılan antlaşmaların bir neticesidir.
Yani hukuki süreç tamamlanmış ve itilaf devletleri Anadolu'nun hemen hemen tamamını işgale başlamışlardır.
Girilen köy ve kasabalarda ilk iş olarak dalgalanan Osmanlı bayrakları indirilmiş ve itilaf devletlerinin bayrakları çekilmiştir.
Aynı manzarayı Kıbrıs'ta da müşahede etmek mümkündür. 1959 yılında Türk ve Rum halklarının ortaklığına dayalı bir Cumhuriyet kurulmasını kabul etmiş görünen Kıbrıs başpiskoposu Makarios, kurduğu örgüt aracılığıyla Türkleri katletmeye başladı 1963'de.
Lefkoşe'nin bir Türk kesimi kuşatıldı. Lefkoşe hastanesinde yatan Türk hastalar öldürüldü ve kıyma makinelerinden geçirildi. Bu hadiseyi İngiliz "Guardian" gazetesi, İngiliz Hükümet raporuna dayanarak nakletmektedir.
Bu olay Kıbrıslı Türklerin uğradığı katliamların binde biri bile değilken, bugün Türk askerinin adada işgalci konumunda olduğu ifade edilmekte ve Türklerin yine Rumların insafına terkedilmesi istenmektedir. Bu nasıl bir anlayıştır diye sormak lazımdır.
Evet bağımsızlık bir millet için can damarıdır. İşte 1992'de başlayan ve topyekün Avrupa'nın seyirci kaldığı Bosna dramının üstünden henüz on yıl geçmiştir.
Katliamlara bizzat şahit olanların ifadelerine göre Sırplar girdikleri Boşnak köylerinde bir-iki aylık bebekleri yakmış, ve insanların boğazlarını kesmişlerdir.
Aynı durum Filistin'de de yaşanmaktadır. Filistin'e ait bölgelere giren İsrail tankları sivil halkı öldürmekle meşguldür.
Uluslararası raporlarda, işgalin ilk aylarında İsrail askerlerinin girdikleri bölgelerde küçük çocukları bıçakla ikiye böldüklerinden bahsedilmektedir.
Misalleri çoğaltmak mümkündür. Bu acı hakikatler bize gösteriyor ki bağımsızlık bir millet için can damarıdır. Bu tartışma götürmez bir gerçektir. Ve bir diğer gerçek de kağıt üzerinde vazgeçilen hakların, devredilen egemenliğin bu vahim neticeleri doğuracağıdır.
Ne hazin tecellidir ki bugün egemenliğimizin devrinden bahsetmekteyiz. Başka bir ifadeyle esaret halkasını kendi elimizle boynumuza geçirmenin mücadelesini vermekteyiz. Yakın tarihte yaşanmış ve bugün halen yaşanmakta olan bu acı hakikatleri gözden uzak tutmadan M. Kemal Atatürk'ün şu sözlerini biz kez daha hatırlamalıyız:
"Temel ilke Türk milletinin saygın ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne kadar zengin ve refahlı olursa olsun bağımsızlıktan mahrum bir millet, insanlık alemi karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz" (Nutuk; s. 11).