(dünden devam ediyoruz) İbadetle hayatını yönlendiren insanların hayatında hemen hemen bütün işlerin merkezinde oturan gaye Allah'ın rızasıdır.
Allah'ın rızası olması münasebetiyle attığı her adımı "O, benden razı olsun" inancıyla atar. Aldığı nefesi, yaptığı bütün işleri "O, benden razı olsun" diye alır, yapar.
"Benden razı olsun" diye insanın attığı her adım onun ibadetidir. Bu hâl, bu niyet, onun Allah'ı hatırlamasına vesile olur. Hatırlamak ise Allah'ı zikirdir. Allah'ı unutmamak, Allah'ı hatırda tutmak, "Allah, Allah" diyerek Allah'ı zikretmek de zikirdir, Allah'ı unutmamak da zikirdir.
Sadece bir niyet Allah'ı zikrinize sebep oluyor. O vesileyle Cenab-ı Vacibu'l-Vücud da kulun kalbine tecelli ediyor. Kul, tecelli eden Rabbi tanımaya başlıyor.
Tanıdıkça o büyük azameti seyrediyor; O'nu görüyor. Gördükten sonra, "Allah, Allah, ben hiçbir şey yapmıyorum. Aman ya Rabbi!" diyor.
İbadetleri ona az geliyor. O kudret, o kuvvet, o azamet karşısında o kadar küçülüyor ki nerede ise "ben yokum" dercesine içinde azamete karşı hem bir saygı ve O'na bağlayan sevgi ve muhabbet gelişiyor. Yaptıkça ibadet yapmanız içinizden geliyor.
Dikkat edilirse, bu hali yaşayamadığımız zaman ibadet sırtımızda bir külfet oluyor. Bir namaza kalkarken sanki sırtımızda dağlar varmış gibi oluyor. Hele sabah namazı olunca...
İnsan halifetullahtır
Peki, neden böyle oluyor?
Çünkü kalp ile Allah arasındaki devreyi ibadetle tam kuramadık, kapıları açamadık da ondan. Gelecek sinyallerden habersiz kaldık. İbadet, hakikatte o sinyallerin kulun kalbine tecellisine ve o tecellilerle de kulun Allah'ı tanımasına sebep olmaktadır. İşte ayette murat edilen budur.
"Ben böyle bir padişahım, haberin olsun" halini yakalamandır. O gücü her an yaşamandır. Kiminle karşı karşıya olursan ol, hangi birlik olursa olsun, bu böyledir.
O güçle birlikte hayatı kucaklamaya çalışan sen o zaman herkesin fevkine, O'nun için, O'nun adına çıkmak istersin. Niye?
İnsan neydi? Halifetullah değil miydi? "Ben, O'nu temsil ediyorum. İnanmış bir mü'min olarak bunu biliyorum." O zaman güçlü olmaya, kuvvetli olmaya mecbur oluyor.
Bu mükevvenatın onun emrine musahhar kılındığına inanıyoruz. Ayet-i kerimede, semada, yerde ne varsa insanoğlunun emrine amade kılındığı buyuruluyor.
Bütün bu mükevvenat insana hizmet için verilmiştir. Bir gaye olmazsa bu verilen şeyin hesabını vermek de çok zordur. Her şeyin hesabı sorulacaktır.
Bir nefesin dahi, zerrenin dahi hesabı sorulacaktır. O mânâda insanın Vacibu'l-Vücud olan Rabbinin maksadını bilerek elindeki malzemeyi değerlendirmesi, kâinattaki varlıkları şekilden şekile sokup O'nun rızasını kazanacak tarzda kompoze etmesi, çocuklarının rızkını kazanması, düşmanına karşı direnmesi, insanıyla, milletiyle geçinmesi, düşkünlere yardım etmesi, fakiri-fukarayı gözetmesi, kısaca bütün bu hallerin tamamı ibadet olmuş oluyor.
O ruh yakalandığı zaman fikir de, beden de ahsen-i takvim bir mahiyet arz ediyor. Ayeti kerimede, "Biz insanı en güzel surette yarattık" buyuruluyor.
O'ndan uzaklaşırsa insan, ayet-i kerimede buyurulduğu veçhile "hayvandan da aşağı" bir konuma düşüyor. Allah korusun, kaybolup gidiyor. (Prof. Dr. Haydar Baş, İcmal Dergisi Ekim 2016)