Prof. Dr. Haydar Baş'ın İcmal Dergisinde yayımlanmış yazısıdır
Hz. Peygamber Efendimiz bir hadis–i şeriflerinde, "Ameller niyetlere göredir" buyuruyorlar.
Hüküm çok açık, net ve kesin. Hiçbir yoruma, tevile gerek yok. Bundan şunu çıkarabiliriz: Söylenen sözün, yapılan işin, ortaya konan tavrın ne mânâya geldiğini, o sözün, işin ve tavrın kendisinde aramak bizi mutlak doğru olan neticeye götürmeyebilir.
Çünkü asıl gerçek o sözün, işin ve tavrın sahibinin niyetinde gizlidir. Bizler iyi ve saf bir niyetle zahire göre bir anlayış yolunu takip edebiliriz. Ama bizim niyetimizin samimiyeti o sözün, işin ve tavrın sahibini temize çıkaramaz.
Aynen bunun gibi; bizim de sözümüzden, işimizden ve tavrımızdan başkalarının çıkardığı mânâ bizi kurtaramaz. Bizi de kurtaracak olan niyetimizin doğruluğu ve temizliğidir.
Nitekim Cenab–ı Hak Şuara Sûresi 88. ve 89. Ayet–i kerimelerinde; "O gün, Allah'a temiz bir kalb ile gelmenin dışında, ne mal, ne de çocuklar fayda verir" diye buyurarak insanın en değer verdiği mal ve çocukların temiz bir kalbe sahip olmadıktan sonra hiçbir mânâ ve faydasının olmayacağını beyan ediyor.
Burada bazılarının zan ve iddia ettikleri gibi kuru ve boş bir niyet elbette kastedilmiyor. Çünkü Allah, Ahzab Sûresi 70. Ayeti kerimesinde; "Ey iman edenler, Allah'tan korkun doğru söz söyleyin", Asr Sûresi'nin 3. Ayet–i kerimesinde; kurtuluşa erenleri sıralarken imandan sonra sâlih amel işleyenleri haber veriyor.
Her iki ayet–i kerime "söz doğru, amel sâlih olacak" diyor. Dolaysıyla niyet, mutlak mânâda doğru söz ve sâlih amelle kendisini ifade etmek zorundadır. Diğer bir mânâda her söz ve her iş mutlaka doğru ve sâlih bir niyetin ifadesi ve tezahürü olmalıdır.
Niyetin, sözün, işin ve tavrın bir başka ölçüsü ve çizgisi de "istikamettir". İstikamet de kulun
kendi iradesi veya tercihi olan yol değil, Allah'ın emrettiği yoldur.
Burası fevkalade hayati önem arzetmektedir. Bu hususta Allah (c.c) Hûd Sûresi 112. ayet–i kerimesinde Peygamberimize ve O'nunla beraber tevbe edenlere hitaben: "O'nun için Sen emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Seninle birlikte tevbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür" buyuruyor.
Bu cümleden olarak, bazı ilave hatırlatmalarda bulunmak gerekiyor. Şöyle ki, Allah Peygamberimizi alemlere rahmet olarak göndermiştir.
Büyük bir ahlak üzere olduğunu beyanla Allah'a ve ahrete inananlar için O'nda güzel örnekler olduğu da vurgulanarak O'nun örnek alınması, O'na itaat edilmesi, O her neyi emretmiş ise yerine getirilmesi, her neden nehyetmiş ise de mutlaka terk edilmesi gereği de yine Kur'an–ı Kerim'in müteaddit ayet–i kerimelerinde ifade edilmiştir.
İşte bütün bunlara ve daha bir çok misallere rağmen, Allah, seçip gönderdiği Peygamberine,
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" diyor. Bunun üzerine de O Allah'ın Resulü, "Hûd Sûresi Beni kocalttı" buyuruyor. İşte istikamet böyle bir şey.
Peygamber dahi olsa irade ve takdir Allah'ındır. Elbette her konuda olduğu gibi burada da –ayrıca zaten zikrediliyor– Peygamberlerin şahsında bütün müslümanlara kesin bir uyarı yapılmaktadır.
Ve ayrıca yine Cenab–ı Hak istikamette olmamızın yanında, istikameti istememizi emrediyor,
hem de istikametin de müşahhas örneklerini önümüze koyuyor.
Fatiha Sûresi 6. ve 7. ayetlerinde, "Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil."
Bundan şu çok açık ve net olarak anlaşılmaktadır ki bizler, Allah'a ve Resulü'ne inananlar olarak hem niyetimizi temiz ve doğru tutmak, hem de sözümüzde, işimizde ve tavrımızda da ayrıca istikamet üzere olmak zorundayız. Ve bunun için de Allah'a çokça yalvarmalıyız.
Elbette bizi, bizden iyi bilen Allah, bizim için doğru olanı da bizden daha iyi bilmektedir. Kaf Sûresi 16. Ayet–i kerimesinde; "Yemin olsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesvese verdiğini biliriz. Biz, ona şah damarından daha yakınız" buyuruyor.
Yani Allah sadece bizi yaratmakla kalmıyor, bize nefsimizin nasıl vesvese vereceğini, bizi nefsimizin yoldan nasıl çıkarabileceğini de biliyor ve, "Biz, ona şah damarından daha yakınız" diyerek bizi her an gözetleyip murakabe ettiğini ifade ediyor.
Yani insan başkalarını kandırabilir, hatta kendisini de kandırabileceğini zanneder ama Allah'ı asla kandıramaz, O'dan hiçbir şeyini gizleyemez. Bu husus Mülk Sûresi'nin 13. Ayet–i kerimesinde şöyle haber verilmektedir: "Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun. Çünkü O, bütün kalblerde olanı bilir."
O halde, hiçbir kul kendince bir takım bahanelerin, gerekçelerin arkasına saklanarak kendince bir yol çizemez. Peygamberimizin örneğinden yola devam edersek kulun kemali arttıkça, endişeleri de, hassasiyetleri ile beraber artar. Derler ya "herkese mubah olan, onlara mekruhtur, haramdır" diye.
Niyet ve istikametleri ile kemale erenleri Cenab–ı Hak kendine dost kabul ederek Yunus Sûresi 32. ve 63. Ayet–i kerimelerinde şöyle taltif ediyor; "Bilesiniz ki Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyecektirler de. Onlar iman etmiş ve Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanlardır."
Ahkaf Sûresi 13 Ayet–i kerimesinde de, "Şüphesiz Rabbim Allah'tır, deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de" buyrulmaktadır.
Niyet ve istikamet hususunda kulun müşahhas ve canlı örneklere, mürebbilere ve rehberlere de ihtiyacının şart olduğunu yukarıda zikrettiğimiz Fatiha Sûresi'nin son ayetlerinden anladığımız gibi daha bir çok ayet–i kerimelerinde de Cenab–ı Hak, biz kullarını hem uyarmakta, hem de yol göstermektedir.
Tevbe Sûresi 119. ayet–i kerimesinde, "Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun", Maide Sûresi 35. ayet–i kerimesinde, "Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının, O'na yaklaşmaya vesile arayın ve O'nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz", Hucurat Sûresi'nin 15. ayet–i kerimesinde de, "İman edenler ancak, Allah'a ve Peygamberine inanan, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir.
İşte onlar doğru kimselerin ta kendileridir" beyanlarıyla Cenab–ı Hak niyet ve istikamette doğruluğun, dosdoğru olmanın şartlarını Allah ve Resulü'ne inanmak, Allah'tan korkmak, sakınmak, sadıklarla beraber olmak, Allah'a yaklaşmaya vesile aramak, imanda şüpheye düşmemek, Allah yolunda mal ve can ile mücadele ve cihad etmek olarak önümüze koyuyor.
Bu hususlarda elbette daha bir çok ayet–i kerimeler vardır. Ancak Âl–i İmran Sûresi 29. Ayet–i kerimesi ile konuyu bitirebiliriz: "De ki: Kalplerinizdekini gizleseniz de, belli etseniz de Allah onu bilir. Bütün göklerde ne var, bütün yerlerde ne varsa onları da bilir. Allah, herşeye gücü yetendir."
Değil senin sözünü, işini, tavrını ve kalbinin derinliklerinde olanı, Allah bütün kainatta olanı, yani bilinen ve bilinmeyeni, görülen ve görülmeyeni, duyulan ve duyulmayanı da bilir. O halde sen veya ben veya başkaları Allah'ın yarattığı kullarız...
Neyimizi, hangi düşüncemizi ve emelimizi Allah'tan nasıl gizleyebiliriz Ve bu densizliği hangi yüz, hangi güç ve cesaretle yapacağız? İşte bu mânâda insan çok cahil ve çok zalim değil mi?