12 Eylül 1980 yılı...
Orgeneral Kenan Evren ve komuta kademesinin ülke yönetimine el koymasından birkaç hafta önceydi. Kahvehanelerde, üniversiteler ve meydanlarda kardeş kanlarının döküldüğü, sokakların kan revan içinde, öğrencilerin duvara yazılar yazdıkları, yasaklı kitap ve bildirileri gizlice birbirine verdikleri, evlerin ve kahvehanelerin güvenlik güçleri tarafından basıldığı, yasaklı yayınların arandığı, gece sessizliğinde üst üste bir kaç el silah sesleri ile irkildiğimiz sloganların atıldığı, perdelerin indirildiği, bekçilerin yollardaki keskin düdüklerini öttürdüğü, coplarla polislerin yollarda öğrencileri kovaladıkları, yakalayabildiklerini coplarla döverek arabalarına sürükledikleri, sağcılarla solcuların köşe başlarında tekme tokat birbirlerine giriştikleri ve daha kötüsü katlettikleri dönemlerde tanışmıştı Esin ve Mustafa.
İkisi de İstanbul Üniversitesi' nin farklı bölümlerinin son sınıf öğrencisiydiler. Esin Edebiyat, Mustafa Hukuk okuyordu. Okul çıkışlarında aynı otobüse biniyorlardı. Tıklım tıklım semt yolcusu dolu otobüste bazen ayakta, bazen de yan yana oturarak evlerine doğru yol alırlardı.
Genellikle Mustafa yerinden kalkarak Esin' e oturması için yerini verirdi. Teşekkür etmeler, birbirine kaçamak bakışlarla devam eden bu yolculuklarda aralarında küçük sohbetler başlamıştı.
Giderek koyulaşan okul ve ders muhabbetleri onları birbirine bağlamış, aralarında bir gönül bağı oluşturmuştu. Bu öyle güçlü bir bağdı ki, Esin' in sol, Mustafa'nın sağ görüşlü olması bile bu aşka engel değildi.
Mustafa'nın ailesi Esin' i istemeğe geldiklerinde babası ret cevabını vermişti. Esin' in babasının ekonomik, kültürel ve mezhep farklılıkları bakımından kendilerine denk bir aile olmadıklarını açıkça Mustafa'nın babasının yüzüne söyleyişi bu evliliğin olmayacağının bir bildirimiydi.
Ertesi gün okul çıkışında otobüse binmeden önce iki genç bir pastanede buluştular. İkisinin de çok üzgün oldukları solgun yüzlerinden, uykusuzluktan kızarmış gözlerinden belliydi.
Mustafa, Esin' in ellerini avuçlarının içine alırken adeta yalvarıyor, ertesi gün valizini alarak kendisini Haydarpaşa Gar'ında beklemesini söylüyordu.
Esin böyle bir şeyin mümkün olmadığını, herkese " Koskoca...ailesinin kızları Esin sevgilisiyle kaçmış!" sözünü dedirtemeyeceğini söyledi. Ayrılırken ikisinin de gözleri yaşlıydı. Esin bir taksiye el etti. Taksiye binerken Mustafa ceketinin iç cebinden çıkarttığı küçük bir kâğıdı titreyen elleriyle Esin' e uzattı.
Uzaklaşan taksinin ardından olduğu yere çivilenip kalmıştı... Beyninde çakan şimşekler sağanak yağmurla birlikte çakan şimşeklerden daha şiddetliydi...
Esin ise taksinin arka camından Mustafa’ya, buz kesmiş elinin titreyen parmak uçlarıyla gözlerinden akan yaşları silerek bakıyordu. Bu birbirlerini son görmeleri, son bakışlarıydı.
Taksi köşeyi dönünce Mustafa’nın yaşlı gözlerle avucunun içine sıkıştırdığı kâğıdı açtı.
Kâğıtta bir kalp resmi ve altında Mustafa'nın el yazısıyla yazdığı "EVDE KAL! Cümlesi yazılıydı.
Taksi Fatih durağına geldiğinde göz yaşları kurumuştu. Eve girer girmez odasına kapandı. Kapısını kilitledi, kâğıdı yeniden açtı okudu.
Ne demekti bu?
“EVDE KAL!” İfadesiyle, kendisiyle kaçmadığı için Mustafa kendisine “benimle gelmedin, başkasıyla da evlenme inşallah! Evde kal!” diye beddua mı etmişti?
Uykusuz geçen gecenin sabahında kendinde yataktan kalkacak gücü bulamadı. Bu durumda okul da gidemezdi. Kahvaltıya gelmesi için annesinin yalvaran sesini de duymuyordu. Duymak istemiyordu. Kulaklarını tıkayarak komidinin çekmecesine sakladığı, birlikte çektirdikleri siyah beyaz resimlerine bakarak yeniden ağlamaya başladı. Babası; “Darbe var... Sokağa çıkma yasağı ilan edildi, şu kızına söyle, evde kalsın! Sokağa çıkmasın” diye annesine bağırıyordu...
Aradan yıllar geçti. Birbirlerini hiç görmediler. Esin mezun olduğu İstanbul Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesinde saygın bir Öğretim üyesi iki kız çocuğu annesi.
Mustafa, Ankara Cebeci Asliye ve Hukuk Mahkemesi’nde ağır ceza hâkimi. O da bir erkek çocuğu babası. İkisinin de ömrü bir sonbahar hüznü ile geçti. İkisinin de mutlu bir aşk evlilikleri olmadı. Eşleri ile yaptıkları mantık evliliklerinin tek mutlulukları dünyaya getirdikleri çocuklarıydı. Onlar için yaşıyorlardı.
Bundan iki hafta önce Esin uykusunda sanki onu biri dürtmüş gibi apansız uyandı. Saate bakmak için eline telefonunu aldı. Saat 5.30’du.
Telefonunun Messenger ’inde spam bölümünde bir mesaj gördü. Mesajda bir kalp emojisi ve altında " Evde kal! Lütfen evde kal! Sokağa çıkma! Coronavirüse dikkat! Yazıyordu. Birden elleri ve ayakları titremeye başladı.
Kendisini nasıl bulmuştu? Halen seviyordu demek ki kendisini. Demek ki O' da unutamamıştı...
Kalktı sabahlığını giydi, çalışma odasında bir hazine gibi özenle sakladığı, yıllardır zaman zaman gözyaşlarıyla baktığı o siyah beyaz fotoğrafları çıkarttı...
Gözyaşları damla damla sararmış fotoğrafların üzerine düşüyordu. Nasıl da birbirlerine aşkla bakıyorlardı. Hele bir fotoğrafları vardı ki, sarı uzun saçları vapurun güvertesinde rüzgarla savrulurken Mustafa'nın yüzün sanki bir eşarpla kapatmış gibiydi.
O fotoğrafa bakarak nasıl da gülerlerdi…
Bir iç geçirerek fotoğrafları bağrına bastı...Fotoğrafların altında sararmış bir defteri eline aldı. Bu onun şiir defteriydi. Bütün şiirlerini yıllardır O' na yazdığı bir şiir hazinesi...
Ansızın gök gürledi...
Ardından bir sağanak yağmur başladı. Tıpkı o gün gibi...
Ne gariptir ki o gün de taksiye bindiğinde saat 17.30’du.
Gündüz 5.30 da ağladığını yağmurdan başka gören olmamıştı...
AYSEL MASMANACI BEŞOĞLU
Eğitimci şair ve yazar
28 Mart 2020