Bazen öyle anlar olur ki, çevrenizde olup bitenleri anlayabilmeniz için; yürüyorsanız durmanız, konuşuyorsanız susmanız gerekebilir. İşte o zaman göremediklerinizi seyreder, duyamadıklarınızı işitirsiniz. Küçük ayrıntılar gözlerinizin önüne seriliverir bir anda. Zaten bütün çözümler, göremediğimiz veya duyamadığımız küçük ayrıntılarda saklı değil midir?
Okuduğunuz bu satırlar, benim susup da, bir büyüğümün konuştuğu bir anda duyduğum sözlerin üzerimde bıraktığı etkinin büyüklüğü nedeniyle kaleme alındı. İşte o sözler: Yokluğa alışabiliriz oğlum. Bir çift ayakkabıyı 2 sene giyebiliriz. Sadece bir kat elbisemiz olmasına katlanabiliriz. Ancak aciz ve teslimiyetçi bir hariciye (dış) politikası güdülmesine millet olarak tahammül edemeyiz.
Bunları duyduktan sonra, ülkemde vuku bulan olayları ve genel gidişatı, bu sözlerin ışığı altında, daha önce hiç bakmadığım bir bakış açısıyla değerlendirmeye başladım. Sonunda anladım ki bu millet bir aile misali ve vatanı evi gibi. Ailesinde ve evinde ne olursa olsun (iyi veya kötü), babanın evinden dışarı çıktığında, göğsü önde, başı dik duruşunu kaybetmesini hiç mi hiç istemiyor.
Şanlı tarihimizin altın sayfalarını araladığımızda da bu durumun değişmediğine şahit oluyoruz. Kurtuluş Savaşı yıllarında, hiçbir Türk askerinin aç kaldım, susuz kaldım diyerek mücadeleyi bıraktığına, komutanlarımızın sayımız az, silahımız yok, zaten işgal edilmişiz diyerek askerlerini terhis ettiğine veya düşmana teslim olduğuna rastlayamıyoruz Allaha şükür. Bakın o yılların savaş fotoğraflarına, hangi komutanı, hangi askeri ve hangi Türk vatandaşını boynu bükük, başı iki elinin arasında, içine düştüğü ahvalin derdi ile bitkin bulabilirsiniz? Aksine dimdik hepsi milletimin! Gözlerinde bütün insanlığa yetecek kadar büyük bir umut, başaracaklarından emin, mağrur ve hiçbir gücün elini öpmemiş, önünde eğilmemiş.
Milletimizin tahammül sınırları aşan icraatlar gerçekleştiriliyor bugün, millete rağmen. Benim milletim, gönderdiği bir fermanla Fransız Kralını titreten Kanuniyi, İstanbul surlarını aşan Fatihi, milletine sonuna kadar güvenen ve hiçbir yabancı devlete bu güveni sebebiyle el açmayan Mustafa Kemali özlüyor.
Bilmeyenler öğrensinler ki bu millet, o yıllardaki duruş ve düşüncesinden hiçbir şey kaybetmiş değildir. Birileri bu milletin başını eğmeye çalışabilir. Nitekim Mili Mücadele yıllarında da mandayı kabul edelim feryatlarını dile getiren birkaç bedbaht çıkmıştır. Şimdi de olacaktır.
Teslimiyetçi bir mantıkla politika üretmek, belki de yanlışların en büyüğüdür. Yıllar önce cephelerde, sabah kahvaltısında bir parça bayat ekmek, akşam yemeğinde üzüm hoşafı (içinde üzüm yok ve öğle yemeği yok) yiyerek vatan mücadelesi veren aziz şehitlerimizin torunları da, atalarının verdiği cevabın aynısını verecektir şüphesiz.Ben adım gibi eminim.