Gaziantep - Nizip
ilçesinin bir dere köyünde öğretmenliğimin ilk yılıydı. Köy ;
Fırat Nehri ‘ nin bir kolu olan
dere boyunca uzanan çınar ve kavak ağaçları arasındaki tek ve iki katlı beton ve ara ara
kerpiçten yapılı dibi dibine sıralanmış evleriyle , yemyeşil sevimli bir köydü.
Asfalt yoldan oldukça
çukurda olan köyün , bir tepesine
okul ve lojman inşa edilmiş, diğer tepesinde fıstıklık ve zeytinlik
bahçeleri vardı. Köyün içine inmek için
erezyon ve sele önlem olarak teraslandırılmış basamaklardan inip çıkmak gerekiyordu. Okulun
lojmanında okul Müdürü ve ailesi kalıyordu.
Köy evleri okula uzak olduğundan
İlçe Millieğitim Müdürü okulun içinde harita odası olarak kullanılan bir
odayı bana tahsis etmişti. İçinde birde
ancak On metrekarelik olan küçük erzak odasını da mutfak olarak tanzim etmiştik. Annemle
küçük ama şirin evceğimize yerleşmiştik .
Ben , 1. , 2. ve 3. sınıfları Müdür 4. ve 5. sınıfları
okutuyordu.
Bir Pazartesi sabahıydı. Okul bahçesinde İstiklâl Marş ‘
ımızı ve Ant’ ımızı okuttuktan sonra
öğrencilerimi sınıfa aldım. Yoklama esnasında bardaktan boşanırcasına sağanak
bir yağmur başladı. Her sınıftan en az dört , beş öğrencim yoktu. Haftanın ilk günü devamsızlığın nedeni ,
annelerinin yaptıkları yoğurt ve peynirlerin yanı sıra taze yumurta ve inek
sütlerini anneleriyle birlikte Nizip ‘ de köy pazarında satmak için
gitmeleriydi. Genelde erkek öğrencilerim Pazartesi günleri devamsızlık
yaparlardı.
Emine o gün de okula gelmemişti. Yoklama defterini kontrol ettiğimde o
ay Emine ‘ nin bir hafta devamsızlık yaptığını farkettim ve
çok yakın komşusu olan Müslüm ‘ e :
- Müslüm Emine neden okula gelmiyor yavrum biliyor musun
? Müslüm başını yere eğdi bana cevap
vermedi.
Elimdeki kalemi masaya bırakarak oturduğu sıranın yanına
yaklaştım.
- Müslüm , sana bir soru sordum neden cevap vermiyorsun
çocuğum ?
“ - Öğretmenim Emine evde kardeşlerine bakıyor. “
- Annesi nerede peki ?
- Annesi gitti Öğretmenim.
- Nereye gitti çocuğum ?
- Babasının evine !
Başka arkadaşlarının dikkatini çekmesin diye soru sormaktan
vazgeçerek :
- Tamam yavrum. Dersten sonra çıkışta seninle biraz
konuşalım olur mu ?
- Tamam öğretmenim dedi ve yerine oturdu .
Okul paydasından sonra
Müslüm ‘le birlikte Eminelerin evinin önündeydik. Eve gelinceye kadar da
bir hayli ıslanmıştık. Müslüm ‘ e teşekkür ederek evine gitmesini söyledim.
Kapıyı çaldım, Emine karşımdaydı.Elinde biberon , saçı başı dağınık , gözleri
sanırım uykusuzluktan şiş , üstü başı perişan haldeydi. İçeriden
avaz avaz bağıran bir çocuk ve ağlayan bir bebek sesi geliyordu.
Beni karşısında görünce çok şaşırmıştı.
- Emine ‘cim nedir bu
halin ! Annen nerede ?
Ağlamaklı bir bakışla yüzüme baktı ve başını yere eğdi.
Elimle hafifçe çenesini kaldırdım , gözlerine baktım. Gözleri ağlamaktan kan
çanağı gibiydi. Ağlayan bebeğin yanına koştu, onu kucağına aldı. Çizmelerimi
çıkartarak eşiklikten odaya girdim. Oda buz gibiydi. Soba yanmıyordu. Sanırım Yakmaya çalışmış , becerememişti.
Sobanın etrafına odun parçacıkları ve bağ çubukları saçılmış, yarı yanmış kağıt
parçacıkları birikmişti. Soğuktan ve
açlıktan ağlayan kardeşleri O ‘ nun
paniklemesene neden olmuş, dokuz
yaşındaki bir kız çocuğunun annelik görevini üstlenmesinin ona çok ağır geldiği gün gibi aşikârdı.
Bir eliyle biberonu
bir buçuk yaşında olduğunu tahmin ettiğim bebeğin ağzına tıkarken,
eteğinden sürekli çekiştiren dört yaşlarında diğer erkek kardeşi ! Bu manzara karşısında beynimden vurulmuşa
döndüm. O arada açık olan kapıdan ilk defa gördüğüm bir kadın girdi. Elinde
buharları çıkan bir büyük bakır tasta çorba vardı. Bir elinde de bir deste
yufka köy ekmeği. Elindekileri küçük bir masanın üstüne bırakarak :
“ - Hoşgeldin hocam !
“ Dedi .
Yere eğilmiş odun parçalarını toplamaya çalışıyordum. Bir an
önce sobayı yakma çabası içindeydim .
- Aman hocam ! Estağfirullah ! Siz zahmet etmeyin, şöyle
oturun ! Diyerek yer minderini gösterdi. Sobanın etrafındaki kurumuş asma dalların tutuşturmak için sobaya
doldurdu. Yerdeki kağıtları kibritle yakarak sobaya attı. Biraz sonra sobadan
çıtırtılar gelmeye başladı. Odaya tatlı bir sıcaklık yayıldı. Ben de
hâlâ Emine ‘ nin eteğini çekiştiren kardeşini mindere oturttum , çorbadan kaşık
kaşık ağzına koymaya çalıştım. Çocuk beni yadırgadığı İçin önce ağzını açmadı.
Daha sonra çantamdan çıkartıp gösterdiğim çikolatayı görünce:
- Bak Ahmet, eğer çorbanı içersen, sana bu çikolatayı
vereceğim anlaştık mı? Ama önce çorba , sonra çikolata tamam mı ?
Ahmet ‘ in karnı doyunca ve çikolatayı da yiyince keyfi
yerine geldi. Sobanın yanına kedi gibi pustu, bir süre sonra oracıkta uyudu.
Sıcak sobanın yanında mamasını yiyen bebek de
Emine ‘ nin kucağında uyudu kaldı.
Gittim mutfaktan bir çorba kasesine çorba doldurdum, biraz da köy ekmeği
bir tepsiye koyarak Emine ‘ ye oturup yemesini söyledim. Benim yanımda yemek
yemeye biraz utandı . Yemezse kalkıp gideceğimi söyledim.
Komşuları islim Bacı geldi yanıma oturdu.
- Nedir bu hal İslim Bacı ? Bu çocukların anneleri nerede ?
- Valla hocam Hatça ‘ yı
dün evveli gün ( önceki gün ) iki
kardaşı çekti zornan apardılar.
- Nasıl yani ? Nereye götürdüler ?
- Babasının evine !
- Nasıl yaaa ... ? Bu üç küçük çocuğu nasıl bırakır gider ?
- Gendi getmedi ki
hocam ! Kardaşları çeke çeke arabaya bindirip götürdüler .
- Allah, Allah ! Olur şey değil !
- He valla ! Bu herif adam olanaca bu kapıya adım atmayacak ! Aha gendi, aha
uşakları.. . Ne halı varsa görsün! Deyi küfürü basa basa Hatça ‘ yı
götürdüler. Çocuklarımı atıp gedemem!!!
Deyi Kadıncağızın feryadı köyü iniletti... Gözünün yaşına bakmadan apardılar. (
götürdüler )
- Peki bu çocukların babaları nerede ?
- Allah babalarının
boyu bosu devrilsin ! Aha kahvede humar
oyney !
- Kumar mı oynuyor ? E.. bu çocukları nasıl bu halde
bırakıyor ? Hiç vicdanı, merhameti
yok mu
bu adamın ? (Devam edecek)
AYSEL MASMANACI BEŞOĞLU
Eğitimci şair ve yazar