İnsana verilen değeri anlatmak için,
dile gerek yok, gönülden konuşmak bile kâfidir. Sözler ve cümleler sadece
verilen değerin süsüdür. Aslolan samimiyettir. Samimiyet, insana verilen değere
teslim olmaktır. Çünkü samimi bir düşünce insana, yaşama hakkı, inanç hakkı ve
ekonomik haklarını verir. Bu da tabiatta saygı duyulması gereken en önemli
haklardır. İslam dini de bu haklar
üzerine kurulmuştur. Bir insanın dili, dili, ırkı ne olursa olsun, canı malı ve
namusu kutsaldır. İnsan her ne olursa olsun insandır. Bu anlayışın hakim
sürdüğü coğrafyalarda, huzur ve refah kaçınılmaz olmuştur. Örneğin Hacı Bektaş
Veli döneminde, kurtla kuzu sembolü, aslında iyi ve kötü insanların dahi bu
anlayışla birlikte yaşayabileceğinin göstergedir. Özellikle Anadolu coğrafyası üzerinde,
bu anlayışın hakim olduğu bölgeler, tarihin en çok, toplumsal huzur ve refahın
yaşandığı bölgeler olmuştur. Hacı Bektaş Veli’nin, “Benim Kâbe’m insandır”
demesinin altında dahi bu yatmaktadır. Bir insanın ekonomik ve ruhsal huzuru, o
insanın hem özelde, hem de genelde, sosyal hayatına ve dini inancına
yansıtacağı pozitif bir algı oluşumudur. Yani, etrafına pozitif elektrik veren
insanın ailesine de, şahsına da, inancına da gıpta edilir. Peki, bu durum nasıl
oluşur? İnsan yaratılış gereği bazı biyolojik ve duygusal ihtiyaçlara sahiptir.
Bu ihtiyaçların sürekli karşılanması gerekmektedir. Biyolojik olarak duyduğu
ihtiyaçlarını ekonomiyle, duygusal olarak duyduğu ihtiyaçlarını da inanç
şekliyle yönetir. O halde, hem ekonomi hem de inanç şekli gözetilmesi gereken
en temel ilkelerdir. Bu konuyu daha derin bir şekilde ele alalım. Ekonomik ihtiyaç diyoruz, nedir bunlar?
Karnının doyması, içinde kalacak bir evinin olması değildir sadece. Eğitimin ve
sağlık ihtiyaçlarının karşılanması da gerekmektedir. Bu insanın eğitim endişesi
olmamalıdır. İlgi duyduğu alanda kendini geliştirmek için ihtiyacı olan her şey
temin edilmelidir. Bu şekilde yeni icatlar, yeni buluşlar ortaya çıkabilir.
İşte bu durum da o toplumun gelişmişlik düzeyine etki etmektedir. Ya da manevi
inanç ihtiyaçlarından bahsediyoruz, peki bu nasıl olmalıdır? Bu da tamamen
saygı ve sevgi çerçevesinde ele alınmalıdır. İnsanı insan yapan haklara saygı
duyduğunuz zaman, karşınızdakinin hayranlığını kazanırsınız. Eğer bir insan,
bir insana hayran olursa onun gibi olmak ister, ona özenir, taklit eder.
Bırakın insana olan saygıyı, hayvana olan hassasiyetiniz dahi gözlemlenir.
Nefsinizden çok neslinizi düşünmeniz gerekir. Bunu gören insanlar size güven
besler. Haramdan uzak durmak için, gösterdiğiniz ilgi, çevre tarafından emin
olunmanızı sağlar. Bu tutum ve davranışlarla, birbirini taklit eden
topluluklarda ne can, ne namus nede mal endişesi olur. İşte bu da o toplumun
sosyal huzurunu sağlar. Gerek kültürler, gerekse ilim alanındaki gelişmeler,
her ne olursa olsun, eğer özünde insan yoksa, süreğen olamaz. Geçerliliği uzun
sürmez. Bugün yaşanılan sıkıntılarında temelin de bu yatmaktadır. Kaynakları
sınırlı gören bir sistem, ihtiyaçların sınırsız olduğunu öne sürerek, insanı
sürekli, tüketen bir vampir olarak görüyor. Bu nedenle de ihtiyaçlar
sınırlandırılıyor. Sınırlandırılan bu ihtiyaçlar karşısında sınırlandırılmış,
yetenekler ve zihinler ortaya çıkıyor. Gelişmişlik düzeyi düşük, sığ kalmış,
yeteneklerini ve isteklerinin önüne ket vurulmuş bir gelecek… Bu geleceğe ışık
tutmak bu ihtiyaçları karşılamak ve yeni görüşlerle, yeni buluşları keşfetmek
çok da imkansız değil aslında. İnsan odaklı bir anlayışla, tüketimi üretimin
başlangıcı gören bir sistemle, hem sosyal hem de ekonomik sorunlar çözülebilir.
Bu sistem ve bu anlayışla, insan olmanın bilincine varılıp, asıl
sorumluluklarımızı öğrenip ve yaratılış gayemizi daha iyi anlayabiliriz. Bu
sistemin bugünkü mümessili de Prof. Dr. Haydar Baş’tan başkası değildir.
Dünyanın kasıp kavrulduğu kaostan çıkmanın tek adresi Sayın Baş’ın kendisi ve
ortaya koyduğu modelidir. Unutulmamalıdır ki, insandan uzak olan anlayış,
sistem ve inançlar kutsal değildir, kabul görülemez. Bu nedenle tekrar tekrar
vurgulayalım ki, “önce insan…” Aksi halde, ne huzur ne de refah sağlanabilir.