Her canlının yaratılışı ve biyolojik özelliği gereği korunmaya ihtiyacı vardır, gereği doğrultusunda da yerine getirilir. Bu konuda Müslüman ölçü ve hududunu çizerken, sünnetullahı göz önünde bulundurur, bulundurmakla da yükümlüdür. Kendi nefsini ve neslini korumanın yanı sıra, dinini de koruma görevi vermiştir. Görevin ilk basamağı da kulluğunu gereği gibi yaşayıp diğer kullarla bir ve beraber dine hadim olmaktır.
Dini korumanın temel şartı dini yaşamaktır. Dinini yaşamayan dinini yaşatamaz. Yaşama ve yaşatmada en güzel örnek ise Muhammed Mustafa (s.a.v), Ehl-i Beyt ve evlatlarının yaşantıları ve mücadeleleridir. Mümin, yaşantılarını yaşamak, mücadelelerine destek vermekle yükümlüdür. Mesuliyetin yerine getirilmesinde araçlar ise beden, mal ve candır. Aynı zamanda bu üçlü, Allah'ın lütfuyla cenneti satın alacak metadır.
Yüce Allah, tedbirlerini aldıktan sonra tevekküle sarılan kulunu, dinini, Kur'an'ını koruyacağını Kelam-ı Kadim'inde haber vermiştir. Sünneti gereği dinin, onu yaşayan kulları vesilesiyle korumuştur. Yüce dinimiz günümüze kadar, başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere Ehl-i Beyt, evlat ve yarenlerinin yaşantı ve mücadelesiyle korunmuştur. Bu konuda hiçbir müminin ümitsizliğe kapılma hakkı yoktur. Yaşar ve kucaklaşırsak, bu sevgi yumağı bizi de dini de yaşatacaktır. Yaşamazsak yaşatacağımıza inanmayız. İşin sırrı hem yaşamaya hem de yaşatmaya karar vermemizdedir.
Tarih boyunca din, kaderleri çerçevesinde Peygamberler ve inananlarıyla korunmuştur. Muhabbetleri sayesinde Allah onları dinin korumaya vesile olan bahtiyar toplumu yapmış, diniyle birlikte dinini koruyanları da koruma altına almış, yardımını esirgememiş, aksi durumda ise yerine başka bir topluluk getirmiştir.
Yüce Allah son ve ekmel dini İslam'ı, Hz. Muhammed (s.a.v), Ehl-i Beyt ve pak nesil zinciriyle korumaya devam etmiştir. Dininin yanı sıra, Habibini ve şerefli hane halkını da kendi kanunuyla koruyup kollamıştır. İnananları onlara yar ve yardımcı eyledi. Yar ve yardımcıları dinlerini yaşayarak Allah'ın dinini yaşattılar. Vadedilen cenneti hak eden mutlu topluluk oldular. Allah onlardan, onlar da Allah'tan razı oldular.
Zaman geçti, Müslüman Türk dara düştü. İmtihandan geçen milletin vatanı, namusu ve dini tehlikeyle karşı karşıyaydı. Umutların tükendiği yerde bir Ali, bir Hasan, bir Hüseyin, bir Cafer lazımdı. Umutlar boşa çıkmadı, yeşerdi, dedelerin torunu Gazi Mustafa Kemal Atatürk sancağı dalgalandırdı ve haykırdı: "Ben buradayım." Dünya ve ahiretiyle milleti sancağın altına toplayıp, yakılıp yıkılan imparatorluğun küllerinden yeni bağımsız bir devlet hediye etti milletine. Bu fikir, inanç, gayret, cesaret, iman ve pak soy milletin dimağına kazınmalıydı. Milletin evi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden "Atatürk'ü Koruma Kanunu" çıkarıldı. Atatürk'ün kanunla korunmaya ihtiyacı yoktu, gönüllerde yaşıyor ve korunuyordu. Lakin bu vatanın ihtiyacı vardı. Çünkü Atatürk vatandı.
Zaman bu, durmuyor, Asakirullah sıkıntıya düçar oldu. Atatürk'ün geldikleri gibi gönderdiği yedi düvel diş göstermeye başladı. Yine hastalandığını sandığı milleti kendi emelleri doğrultusunda yönlendirmeye kalktılar. Lakin kervanın yolunu değiştiremediler. Başını boş zannettikleri kervanın başında Baş vardı artık. Atası Mustafa'dan devraldığı kervanı yüzyıl sonra bütün çirkin seslere rağmen yürütmüş, ses sahiplerinin umutlarını bir kez daha suya düşürmüştü.
Şimdi var mısınız; umutların kaybolduğunda umut, ışıkların söndüğünde ışık, gönüllerin yorulduğunda gönül, üşüdüğünde yorgan, aradığında iş, acıktığında aş, başsızlığında baş olacak Prof. Dr. Haydar Baş Bey'in fikirlerini, kulluğunu, gönlünü bu milletin fikrine, kulluğuna ve gönlüne rehber yapmaya?
"… Baştürk'ü Koruma Kanunu." Neden olmasın? Hayır hayır, elbette Prof. Dr. Haydar Baş Bey'in böyle bir kanuna ihtiyacı yok. Bu kanuna vatanın ihtiyacı vardır. Çünkü, Baştürk vatandır.
Sağlıcakla kalın…