Yakın geçmişte hükümete yakın bir medya patronu ve işadamı tarımın, meraların ve kıyıların halkın elinden alınması gerektiğini, tarımın köylüye bırakılmaması gerektiğini söylemişti.
Bu düşünce ve duygu ile hareket eden hükümetimiz bu vazifeyi bihakkın yerine getirdiğini söylersek isabet etmiş oluruz. Şu an ülkede uygulanan tarım ve hayvancılık politikaları köylülerimizin ve çiftçilerimizin topraklarını elinden almaya yönelik bir eyleme dönüşmüş durumda. Tarım ve hayvancılığın ülkedeki en temel yerel gücü köydür, köycülüktür.
Köylerimizin talanı ile ilgili Araştırmacı-yazar Erhan Ünal’ın ‘Tarım Biterken’ kitabından özetlediğim tespitleri sizlerle paylaşıyorum sevgili okurlar: “Türkiye’de 1950’lerden bu yana, özellikle de son 20 yılda kırsalda yaşayan nüfusun büyük bir bölümü şehirlere göç ettirilmiştir ve göç sürekli teşvik edilmekte hatta üstü kapalı olarak zorlanmaktadır. Kırsalda yaşayan insanlar doğal olarak tarım ve hayvancılıkla geçinirler. Onları şehirlere çekerseniz kim ekip dikecek, hayvan yetiştirecek? 1980’lere kadar Anadolu köylerinde yaşayan insanların ortalama 2-3 ineği, 5-10 koyunu keçisi olurdu denilebilir. Her sene yavrulayan inekler (ineğin süt vermesi için hamile kalıp, yavrulaması lazım) yaşadıkları süre boyunca büyükbaş sayısının artmasını da sağlarlardı.
Milyonlarca köylünün şehirlere göç ettirilmesi, tarımsal üretim ve hayvancılıkta sayısal olarak çok daha büyük bir gerileme demektir. Üretimden düşen bu insanlar, doğal olarak gittikleri şehirlerde de yiyip içmeye de devam edecekler, yani tüketici konumuna geçeceklerdir. O zaman bu insanların da beslenmesi için bir yerlerden gıda temini zarureti doğacaktır. Hesap basit: Şehre göç eden 1 milyon köylü, daha önce şehirlerde besledikleri insanlar ile birlikte en az 5 milyon yeni beslenecek boğaz demektir. Ayrıca artan nüfus sayısının oluşturacağı ek istihdam zorunluluğunun da dışında, şehirlere çekilen köylü nüfusun yaratacağı yeni bir istihdam talebi daha ortaya çıkacaktır.
Son 20 yılda, terör de dâhil çeşitli yöntemlerle şehirlere göç ettirilen köylü sayısı 10 milyonun üzerindedir. Köyde yaşayan insanlarda, şehirdekilerden farklı olarak açlık konusunda yaşamsal endişe yoktur. Çünkü beslenmeleri için gerekli olan şeyleri zaten kendileri üretirler. Toprağından kopmamış ve ekip dikmeye devam ederek üretime devam eden bir köylüyü açlıkla korkutamazsınız. İkincisi, açıkta kalmakla da korkutamazsınız. Hiç değilse bir göz evi zaten vardır. Onu da gelip yıksanız, gider toprağının öteki köşesine bir daha yapar. Bu şartlarda asırlardır yaşayan köylü dik, inatçı ve korkusuz olup, nesiller boyu ekip diktiği toprağına ölümüne bağlıdır. Sosyal açıdan bakıldığında, bu özellikleri ile köylü, ait olduğu toplumun bel kemiğidir. Bu durumda aklı başında olan ve toplumsal duyarlılığını hepten yitirmemiş insanlar soracaktır.
Devleti yönetenler böylesi bir tuzağa nasıl düşerler ve ülkenin beslenme bağımsızlığı ile birlikte politik bütünlük ve bağımsızlığını nasıl tehlikeye atarlar diye. Köylülük sonradan edinilecek bir meslek olmayıp, bir yaşam biçimidir. Doğa ile iç içe ve doğanın bütün zorluk ve kaprislerini göğüsleyerek yaşamak için genelde anadan atadan sürdürüle gelen bu yaşam biçiminin içine doğmak gerekir. Dolayısı ile bu zorlu şartlarda yaşayan insanlar da dayanıklı ve zorlu insanlardır. Toprağına olan duygusal bağlılık, aynı zamanda ülkesine de derin bir bağlılık olarak ortaya çıkar ve bu insanlar yeri geldiğinde ülkesi için çekinmeden savaşır hatta canını verir. Bu özellik, Küresel Oligarşi açısından köylülüğü bitirme nedenlerinin en önemlisini oluşturur.”
Adem Birinci
Yeni Mesaj Gazetesi