Türklüğün
vicdânı bir,
Dîni
bir, vatanı bir;
Fakat
hepsi ayrılır
Olmazsa lisânı bir.
Ziya GÖKALP
Dil,
İnsanlar arasında anlaşmayı sağlayan en gelişmiş, en işlek ve en etkili araçtır.Dil,
iletilmek istediğimiz duygu ve düşüncelerimizi, vermek istediğimiz iletileri
(mesajları) beynimiz tarafından yönetilen bir dizi zihnî, anatomik, fizyolojik
işlemlerle fiziksel niceliklere dönüştürülerek ses dalgalarına aktarmamızdır. Dil,
insanlar arasında yalnızca anlaşma aracı değil; aynı zamanda geçmişin
birikimini geleceğe taşıyan, insanlığın belleğini oluşturan canlı bir
varlıktır. Bu sayede geçmişimizi, deneyimlerimizi, kültür varlığımızı öğreniriz
ve gelecek kuşaklara aktarırız.
Dilin
tarihi gelişim sürecinde kuramsal olarak var olduğu düşünülen en eski şeklineana
dil diyoruz. Ana dili ise, İnsanın ve genellikle bebeklik döneminde annesinden
ve birlikte olduğu dil topluluğunun üyeleriyle etkileşim aracılığıyla edindiği
dildir.
Dilin,
tarihi, siyasi, sosyal ve kültürel nedenlerle ses yapısı, şekil yapısı ve
kelime hazinesi bakımından farklılıklar göstermesi ile lehçe, şive ya da ağız
oluşmuştur. Kilis ağzı da bu şekilde oluşmuştur.
Dilin kökenine dair yapılan teolojikaçıklamalaragöre
dilinsanlara Tanrı tarafındanverilmiştir.İslam inancında Hz. Âdem, nesnelere
bizzat isim vermeyip, nesnelerin isimlerini Âdem’e Tanrı öğretmiştir:
“(31)Âdem’e isimlerin hepsini
öğretti sonra onları meleklere yöneltip: “eğer doğru söylüyorsanız,bunları bana
isimleriyle haber verin” dedi. (32)Melekler dediler
ki; Ya Rabbi;“Sen yücesin! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz
yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin” cevabını verdiler.(33)“Ey
Âdem,bunları onlara isimleriyle haber ver” dedi. O bunları onlara isimleriyle
haber verince dedi ki…”[1]
Dilbilimciler
ise dilin ortaya çıkışını şu kuramlarla açıklamışlardır; Ding-dong kuramına
göre; dil ilkel insanın nesneleri sesle anlatmaya çalışmasıyla. Yansıma
kuramına göre; İnsanın hayvan seslerinitaklit etmesiyle.Ünlemkuramına göre;
insanın duygularını ifade etmesiyle.Etkileşimkuramına göre; insanların
çalışırken yaptıkları iş birliği aracılığıyla. Güneşdilkuramına göre; insanın
güneş karşısındaki duygularını dile getirdiği a/ağseslerini çıkarmasına
bağlayan kuramlarla dillerin kökenini açıklamaya çalışmışlardır[2].
Dil
bilimde Safir-Horfvarsayıma göre, kişinin konuştuğu dil ile o kişinin dünyayı
nasıl algıladığı ve nasıl davrandığı arasında sistemli bir ilişki vardır. İnsan
bir bakıma, dünyayı ana dilinin belirlediği, izin verdiği biçimde ve ölçüde
algılar. Yani kullandığımız ana dilimiz, dünyayı nasıl algıladığımız ve
davranış biçimimiz ile yakından ilgilidir. Mesela; yumurta Türkçe konuşurlar
için “yumru şekil”, Farsça konuşurlar için “üreme ve üretme”, Arapça konuşurlar
için “beyaz rengi” ifade eder[3].
Yine kara/siyah renk Türk kültüründe kötülük, uğursuzluk, sıkıntı, terslik,
yas, ölüm, gizlilik vb. bildirse de, Çin kültüründe güven ve kaliteyi, Yeni
Zellanda’da yurtseverliği temsil etmekte; beyaz renk ise kültürümüzde aydınlık,
temizlik, dürüstlük, saflık vb. bildirirken, İtalya’da ölüm ve cenaze,
Hindistan’da mutsuzluk ve yas, Etiyopya’da hastalık vb. anlamlara
gelebilmektedir[4].
Türk
dili, adını Ural-Altay dağlarından alan,aralarında Moğol,Mancu-Tunguz veakraba
olduğu öngörülen Korece ve Japonca dillerinin bulunduğu Altay dil
ailesindendir. Türkçe, Altay dillerinin yazı dili sayısı bakımından en
kalabalık dilidir.
Dilbilimciler
Türkçenin yaşının günümüzden en az 8500 yıl geriye gittiği belirtmektedirler.Bu
süre, Türkçenin, bugün yeryüzünde yaşayan diller içerisindeki en yaşlı
dillerden biri, belki de birincisi olduğunu göstermektedir. MÖ 6500’lü yıllara
tarihlenen Türkçenin ilk yazılı izlerine, MÖ 4000’li yıllarda tarih sahnesine
çıkan ve insanlığa yazı yazmayı armağan eden Sümerlerden kalan tabletlerde
rastlanır.Sümerce ve Türkçe arasındaki ilişkiler konusunda yapılan araştırmalarda
Sümerce ve Türkçede 168 ortak kelime olduğu belirlenmiş ve bu kelimeler,
akrabalıktan ya da kelime alış-verişinden kaynaklanmış olabileceği sonucuna
varılmıştır[5].
Tarihin
bilinmeyen zamanlarında atı ehlileştiren, demiri işlemeyi öğrenen ve hareketli
bir konar-göçer hayat tarzını benimseyen Türkler, komşularına üstünlük
sağlamışlar, yönetici ve aynı zamanda da “medeniyet kurucu” kavim konumuna
yükselmişlerdir. İnsanlığın ortak medeniyetine de büyük katkısı olan bu durum,
Türklerin çok erken çağlarda geniş ve farklı coğrafyalara dağılmalarına,
dolayısıyla da değişik halklarla kaynaşmalarına yol açmıştır[6].
Türkçe tarihi boyunca pek çok dili etkilemiş, pek çok dilden etkilenmiştir.
Başka dillerin egemenliği altına girdiği; edebiyat, bilim ve devlet dili
olamadığı dönemleri de yaşamıştır. Bütün bu olumsuzluklar, âdeta Türkçenin
direnç gücünü artırmıştır. Kültür ilişkileri sonucunda Türkçenin söz varlığı
değişerek gelişmiş, zenginleşmiştir. Destanlar çağına kadar uzanan Türk dili
ile Göç Destanı, Şu Destanı, Oğuz Kağan Destanı,
Bozkurt Destanı, Ergenekon Destanı, Yaratılış Destanıvddestanları
meydana gelmiştir.Türk dili binlerce yıllık deneyim ile atasözlerini, deyimlerini,
ilişki sözlerini, akrabalık adlarını, ikilemelerini, alıntı sözlerini
kazanmıştır. Ancak Çince ve Arapça gibi çağımızın çok az dili bu özelliklere
sahiptir.
Bugünkü
bilgilerimize göre Türkçenin ilk yazılı belgesi MS 687-692 yıllarına tarihlenen
Çoyr yazıtıdır. Tarihi bilinen ilk yazılı belgeyi Çoyr yazıtı olarak kabul edip
diğer bazı dillerin ilk belgeleriyle karşılaştırdığımızda şu tarihleme ile
karşılaşırız:
Türk
dili: MS 687- 692, Çoyr yazıtı.
Japonca:
MS 712, NihonŞoki.
İngilizce:
En eski belgesi MS 8. yüzyıl.
Fransızca-Almanca:
En eski belgeleri, 843 yılında iki kardeş arasında bir antlaşmadır.
İtalyanca:
17. yüzyılda oluşmuştur.
Macarca:
Tihanyi Vakıfnamesi MS 1057.
Türkçe
değişik dönem ve coğrafyalarda Köktürk, Soğd, Uygur, Mani, Brahmi, Tibet,
Süryani, Arap, Grek, Ermeni, İbrani, Latin ve Slav (Kiril) alfabeleriyle
yazılmıştır. Bunlardan Soğd, Mani, Brahmi, Tibet, Süryani, Grek, Ermeni ve
İbrani alfabeleri kısa tarihi dönemlerde ve oldukça sınırlı çevrelerde
kullanılmıştır. Geriye kalan Köktürk, Uygur, Arap, Latin ve Kiril alfabeleri
ise uzun sürelerle ve geniş coğrafyalarda kullanılmıştır.
Tarihsel
derinliğinin yanı sıra geçmişte yaşanmış olan göçler ve fetihler sonucunda
büyük bir alana yayılan Türkçe, bugün geniş bir coğrafyada konuşulma niteliğini
de kazanmıştır. Türkiye Türkçesinin de içinde yer aldığı Türk yazı dilleri,
lehçeleri ve ağızları, bugün Kuzey Buz Denizi kıyılarından başlayıp Hindistan’ın
kuzeyine, Kuzey Batı Avrupa’nın Atlas Okyanusu’ndaki kıyılarından başlayıp
Çin’in içlerine kadar olan geniş alanda yazı, konuşma, bilim, sanat ve kültür
dili olarak yayılmış bulunmaktadır[7].
Türk dilinin bu yayılma alanı, yüzyılların birikiminin sonucudur. Değişik
coğrafyalarda çeşitli devletler kuran Türk soylu halklar, dillerini de bu
coğrafyalarda yaygın hâle getirmiştir. Bugün yaklaşık on iki milyon
kilometrelik bir alanda Türk yazı dilleri, lehçeleri ve ağızları varlığını
sürdürmektedir. Türkçenin bu coğrafi yaygınlığını dile getiren ilk kişilerden
biri Macar TürkoloğuArminVambery’dir(1832-1913). Balkanlardan Mançurya’ya kadar
yolculuk yapacak bir kişinin yalnızca Türkçe bilmesi hâlinde bu yolculuğunu çok
kolay bir biçimde gerçekleştireceğini söyleyen Vambery, böyle bir yolculuğu
kendisi de gerçekleştirmiştir[8].
Oluşturduğu
deyimleri, atasözleri, ilişki sözleri, ikilemeleri, mecazları, teşbihleri
Türkçenin binlerce yıla varan tarihinin ve engin kültürünün kanıtlarıdır.Türk
dili ve kültüründe halk türkülerinin ve aşık edebiyatının önemini ayrıca
vurgulamak gerekir. Hiçbir dil bugünden yarına, söz varlıkları, kurallı bir
dilbilgisi, edebiyat dili, şiir dili, kültür diligeliştiremez. Bunun için
yüzyıllara varan uzun bir sürece ve derin bir kültür birikimine ihtiyaç vardır.
Bugün
Avrupa’nın batısından Asya’nın doğusuna kadar uzanan yaklaşık on iki milyon
kilometrekarelik bir alanda Türk dili konuşanlarının iki yüz yirmi milyona
ulaştığı tahmin edilmektedir.
Yapı
Bakımından Dünya Dilleri üçe ayrılmaktadır;
1)
Bükümlü diller; (Yunanca, Latince, İngilizce, Rusça, Ukraince; Arapça, İbranice
vd.)
2)
Bitişken (Eklemeli) diller; (Türkçe, Fince, Macarca, Japoncavd)
Türkçe
sondan eklemeli bir dildir. (Örnek; Göz + Gözlük + Gözlükçü + Gözlükçülük.)
3) Yalınlayan diller; (Çince, Tibetçe ve
Vietnamca)
Söz
dizimi bakımdan Türkçe Özne+Nesne+Yüklem formatındadır; Cümlede yüklemin
bildirdiği iş, oluş ve durumu üstlenen ve yapanı veya olanı karşılayan özne
önce, öznenin yaptığı işten doğrudan etkilenen ve geçişli eylemi tamlayan
sözcük olan nesne sonra, en son cümlede iş, oluş, kılış, düşünce, duygu, imge,
yargı anlatan yüklem gelir.
Türkçe
tarih devirleri içerisinde dönemlere ayrılmıştır:
ESKİ
TÜRKÇE DÖNEMİ
Türkçenin
MS 5.-8. yüzyılları “Eski Türkçe Dönemi” olarak adlandırılır. Eski Türkçe
Dönemi, kendi içinde Köktürk ve Uygur dönemleri olmak üzere ikiye ayrılır.
Köktürkler, Türkçenin bilinen ilk ve hacimli yazılı belgelerini bıraktıkları
için kültür ve dil tarihimiz açısından son derece önemli bir yere sahiptirler.
Orkun ırmağı kıyısında bulunan ve “Bengü” (sonsuz) taş olarak adlandırılan
granit üzerine yazılmış olan bu yazılar, 1893’te Danimarkalı bilgin VilhelmThomsen(1842-1927) tarafından okunmuş,
ilk yayın ise Alman asıllı Rus Türkolog W. Radloff (1837 – 1918) tarafından
yapılmıştır.Bu yazıtlardan Tonyukuk adına dikilmiş olan 725-726 yıllarında,
KölTigin’e ait olan 21 Ağustos 732’de, Bilge Kağan yazıtı da 24 Eylül 735’te
dikilmiştir.Yazıtlarla ilgili Osmanlı’da ilk yapılan yayın “Pek Eski Türk
Yazısı” adıyla hemşerimiz Necip AsımYazıksız’a(1861, Kilis – Ö. 1935, İstanbul)aittir.
Orhon
Yazıtlarının dili işlektir, üslubu akıcı ve sürükleyicidir, çok daha önceki
devirlerde yazı dili niteliği kazanmış bir dildir. Yazıtların dilinde kurallı
bir dilbilgisinin bulunması, sözcüklerinde gelişmiş mecaz anlamlarının beraberinde
deyimler, atasözleri niteliği kazanmış söz kalıplarının bulunması son derece
önemlidir.Zira bir dilde deyim ve atasözlerinin oluşabilmesi için yüzlerce
yılın geçmesi gerekmektedir. Türk edebiyatında hitabet türünün ilk örneği
olmasına karşın son derece etkileyici bir anlatım söz konusudur[9].
Bir diğer önemli bilgi; Orhon Yazıtları’nda kullanılan Türkçede Çince, Sanskritçe,
Soğdca, Hintçe, Titibetçe gibi birkaç dilden alınma çok az sayıdaki yabancı
sözcük sayısının sadece %1 oranında olmasıdır[10].
ORTA
TÜRKÇE DÖNEMİ
VIII.
yüzyılda başlayan “Orta Türkçe Dönemi”ndeKarahanlılar’ınİslam dinine girmesiyle
birlikte Türk yazı dilinde Arapça, Farsça sözcükler görülmeye başlanmıştır. Bu
dönem Karahanlı ve Harezm Türkçesi olmak üzere ikiye ayrılır.
VIII.
Yüzyılda kurulan Harezm Devleti’nin kurucusu AnuşTigin, Harezm Devleti
kurulmadan önce Büyük Selçuklu Devletgörevlisi olup,“Deşt-i Dar” yani “Teşt
(Leğen) Tutan” lakabıyla anılmaktadır[11].“Teşt”,
leğen anlamında Kilis’te günümüzde kullanılan bir kelimedir.Bu durum dilin bir
toplumun tarihinin izlenmesinde ne kadar önemli olduğunun kanıtıdır.
Karahanlı
Dönemi’nden günümüze Türk dil ve kültür tarihi açısından son derece önemli
eserler kalmıştır[12].
Bunlar; 1069 yılında Yusuf Has Hâcip tarafından yazılmış 6645 beyitten oluşan, Arapçadan
alınma yabancı sözlerin oranının sadece %1,9 olan,bugün elimizde biri Mısır’da,
biri Taşkent’te, diğeri de Viyana’da olan üç yazma nüshası bulunan“Kutadgu
Bilig”; Kâşgarlı Mahmut tarafından 1072 yılında başlanıp 1077 yılında
tamamlanmış olup, 19. Yüzyılda Ali Emiri tarafından keşfedilip, hemşerimiz
Kilisli Muallim Rıfat Bilge tarafından düzenlenen, 7000’den fazla Türkçe
kelimenin Arapça karşılığı verilmekle kalınmayıp şiirlerle, atasözleri ve
deyimlerle örneklendirilerek zenginleştirilmiş, Türk kültürünün hazinesi olarak
değerlendirilen “DîvânüLügâti’t-Türk”; Kutadgu Bilig’den iki yüz yıl sonraEdip
Ahmet Yüknekî tarafından yazılan, Arapçadan alınma yabancı sözlerin oranının%26’ya
kadar çıktığı görülen “Atebetü’l-Hakâyık”; Ahmet Yesevî’nin şiirlerinin
toplanmasıyla oluşturulan “Dîvân-ı Hikmet”tir[13].
Müşterek
Türkistan Türkçesi olarak da anılan Çağatay Türkçesi; esas dil malzemesi
bakımından Uygur, Karahanlı çizgisinin devamıdır; ancak bu yazı dillerinde
fazla görülmeyen Arapça ve Farsça unsurlar, İslam dininin yaygınlaşıp iyice
yerleşmesi dolayısıyla Çağatay Türkçesinde çokça görülür.On dördüncü yüzyıldan
on dokuzuncu yüzyıla kadar devam eden Çağatay Edebiyatı; Klasik Öncesi Devir,
Klasik Devir (Nevayî Devri) ve Klasik Sonrası Devir olmak üzere üçe ayrılır.
Klasik Öncesi Devir, bu edebiyatın oluşup gelişme devridir ki bu dönemde Lütfî
ve Sekkâkî gibi önemli şairler yetişmiştir. İkinci dönem olan Klasik Devir için
tek başına Nevayî devri de denilmektedir. Ali ŞirNevayî, hiç şüphesiz bütün
Türk edebiyatı için son derece önemli bir şahsiyettir. Beş büyük mesnevî yazan
ilk Türk şairi olan Nevayî; Farsça ile Türkçeyi karşılaştırarak Türkçenin daha
üstün bir dil olduğu sonucuna ulaştığı “Muhakemetü’l-Lügateyn” Türk kültür
tarihi açısından çok büyük önem taşımaktadır. Nevai’nin“ÇihlHadîsCâmî’”dini eseri dörder mısralık kıtalar halinde tercümesi
yapılmıştır. Hemşerimiz NecibÂsımYazıksıztarafından “Erbaîn Hadis Tercemeleri”
başlığı altında yayımlanmıştır[14].
ESKİ
OĞUZ TÜRKÇESİ
On altıncı yüzyılda Batı
Türkçesinin (Eski Oğuz Türkçesi)dönemi başlar. Eski Oğuz Türkçesi yalnızca
Anadolu’da değil, Azerbaycan, Irak ve Suriye’de de kullanılmıştır. Çünkü bu
belirtilen yerlerin tamamı Anadolu’dan önceki Türk ve Türkçe yurtlarıdır. Eski
Oğuz Türkçesin yazı dilinin siyasal sınırları ise Anadolu Selçukluları,
Beylikler, Karakoyunlu ve Akkoyunlu Devletleriyle Osmanlı’nın ilk dönemidir. Bu
dönemde eser veren önemli bazı isimleri şöyle sıralayabiliriz: Mevlana’nın oğlu
Sultan Veled, Yunus Emre, Ali, Şeyyad Hamza, Gülşehrî, Aşık Paşa, Ahmet Fakih,
Hoca Mesut vb.Dede Korkut Hikayeleri de dil ve üslup özellikleriyle Eski Oğuz
Türkçesine ait önemli bir eserdir.
Merhum
edebiyat öğretmeni Kilisli Avni Keçik, (1939 – 2007),Dede Korkut Hikâyelerinde
geçen Oğuzca sözcüklerin Kilis ağzında da bulunduğunu, bir anlatım biçimi olan
yan serbest koşuk, yan düz anlatıma yansıdığını, Kilis’te okur-yazar
olmayanların dahi cinaslı, ayaklı ritimli (bazen tecvid üzere) ahenkli
konuştuğunu yazar[15].Dede Korkut Hikâyelerinde insan ömrü için,
“Gelimligidimli dünya” deyimini kullanır. Kilis ağzında da “geleyim” yerine “gelim”
denir. Kilis çocuk tekerlemesinde “Yazılasan, büzülesen./ Bir tahtaya
düzülesen” de olduğu gibi. Kilis ağzında çok sayıda Oğuzca deyimler vardır; “muz
mahal olmak.” “Kör der; gözlüyek, sağır der; dinliyek, topal der; bekliyek.” de
olduğu gibi.
DîvânüLügâti’t-Türk’te, Kilis
Ağzı’nda kullanılan birçok kelime bulunmaktadır[16]; Eyle (Öyle), Arık (Ark) Oğur
(Uğur), Uluk (Yıpranmış, ekşimiş), İteğü (İteği, Değirmen taşı üzerine konan
ağaç parçası), Ottuz (Otuz), Eşşik (Eşik), Kömeç, (Küle gömülerek pişirilen
çörek), Barak (Çok tüylü köpek), Çıbık, (Yaşlı olan dal), Netek? (Nedek?),
Bıldır (Geçen yıl, bir yıldır), Keçik (Sağrı, Köprü), Bekmez (Pekmez), Kırtış (Yüz
rengi), Kancık(Dişi Köpek), Pürçek (Perçem), Çepiş (Çebiş, 6 Aylık oğlak), Yazı
(Açıklık, Alan), Yunmak (Yıkanmak), Çüvüt (Çivit, Boya), Söbi (Söbe), Neçe?
(Kaç?), Soku (Havan), Bağda (Çelme) Bek (Kavi, Pek, Sağlam), Berkit
(Sağlamlaştırmak), Böy (Örümcek), Çömçe (Kepçe), Karınça (Karınca), Maraz
(Karanlık Gece), Üğür (Darı, Yağ üzeri), Kesek (Bir nesnenin parçası, parça),
Neçük? (Niçin?), Nerek? (Nereye?). vb.
OSMANLI
DÖNEMİ VE YENİ LİSANHAREKETİ
XVI.
yüzyılda “Osmanlı Türkçesi” olarak adlandırılan dönem başlar. Osmanlı Türkçesi döneminde
yazı dilinin yalınlığı büyük ölçüde kaybolmuş ve özellikle edebî dilde Arapça
ve Farsça kelime ve tamlamalar artmıştır. Türkçeye karşı kayıtsızlığın,
duyarsızlığın yaşandığı bir dönemde Karamanoğlu Mehmet Bey; “Şimdengerü
divanda, dergâhta, bargâhta, çarşıda ve bazarda Türkçeden başka dil konuşulmaya”
diyerek ferman çıkarmış; Âşık Paşa, ünlü eseri “Garibname”de Türkçe bilincinin
oluşmamasından;
Türk
diline kimsene bakmaz idi.
Türklere
hergiz gönül akmaz idi.
Türk
dahi bilmez idi bu dilleri.
İnce
yolı, ol ulu menzilleri.Dizeleri ile yakınmıştır.
Mesihî
de döneminde ilginin Arap ve Acem diyarlarından gelenlere, dolayısıyla Arapça
ve Farsça yazanlara yöneldiğini;
Gökden
insen sana yer yok.
Yüri
var gel Arabdan ya Acemden.Sözleriyle vurgulamıştır[17].
XVI.
yüzyılda Türkçe açısından önemli bir olay, Bergamalı Kadri tarafından “Müyessiretü’l-Ulum”
adıyla Türkçenin dil bilgisi kitabının yazılmış olmasıdır. Bu eser, Oğuz
Türkçesinin ilk dil bilgisi kitabı olması bakımından önemlidir.
XVII.
yüzyılda iyice ağırlaşan dil, XVIII. yüzyılın büyük şairlerinin yazdıkları daha
yalın eserler sayesinde yeniden sadeleşmeye başlamıştır. Tanzimat devrinde
sadeleşme ihtiyacı çok hissedilmiş ve bunda gazete ve dergilerin katkısı büyük
olmuştur. Gazete ve dergiler sanat endişesine kapılmadan mümkün olduğu kadar
çok insana ulaşmayı amaçladıkları için halk dilini kullanma zorunluluğu
duymuşlar ve bunu da devir imkânlarının elverdiği ölçüde uygulamışlardır.
Tanzimatçılardan
sonra birer edebî akım olarak ortaya çıkan Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati
akımlarının mensupları, Tanzimatçıların başlattığı dili “anlaşılır kılma”
çalışmalarına katılmayıp tam aksi bir yol izlemişler, bir nebze sadeleşen dili
daha da anlaşılmaz duruma taşımışlardır.Örnek; Baki'nin Kanuni Süleyman
içinyazdığı ünlü ağıt;
“Ey
pâybend-i dâmgeh-i kayd u nâm ü neng.
Tâkeyhevây-i
meşgale-i dehr-i bî-direng.”
Ve
Fuzuli'nin ünlü gazeli;
Menem
ki kafılesâlâr-i kârbân-i gamem.
Fakir-i
pâdişehâsâ, gedây-i muhtesemem.
Tamamı
Farsça kelimelerden oluşmaktadır.
Tanzimat
döneminde dille ilgili çalışmalar, yalnızca dilin sadeleştirilme çabalarıyla
sınırlı kalmamış, bazı dil bilgisi kitapları da yazılmıştır. Dil bilgisiyle
ilgili eserleri de olan Şemsettin Sami’nin en büyük eseri, Türkçenin de bugüne
kadar hazırlanmış en iyi sözlüklerinden biri olan “Kamus-ı Türkî”dir.
XIX.
yüzyılda yayınlanan Tanzimat Fermanı, Osmanlı toplumu için pek çok konuda dönüm
noktası olarak kabul edilir. Tanzimat’ın birinci nesli olarak adlandırılan
Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa edebiyat eserlerinin hem içeriğinde hem de
dilinde birtakım değişiklikler başlatmışlardır. Bu değişiklikler hem yazılı
edebiyatın hem de eser konularının çeşitlenmesinde görülmüştür.Bu dönemde sade
Türkçe taraftarları görüşlerini yayınladıkları bir de dergi çıkarmışlardır.
Daha sonra Selanik’te bir grup aydın “Genç Kalemler” dergisini çıkarmış ve
millî bir edebiyatın ancak millî bir dille doğup gelişeceğini iddia eden
görüşler ortaya konulmuştur.
1911’de
Ömer Seyfettin ve Ali Canip’in başlattığı “Yeni Lisan” hareketi Osmanlı
Türkçesinin sonunu getirmiştir. Ömer Seyfettin, “Genç Kalemler” dergisinde
yazdığı yazılarda İstanbul halkının konuşma diline dayanan yalın bir dil teklif
etmiş ve önceleri çok büyük tepkilerle karşılaşan bu görüşler, zamanla pek çok
edebiyat, bilim ve fikir adamı tarafından benimsenip kullanılmaya başlanmıştır.
Özellikle Ziya Gökalp’in de katılmasıyla “Yeni Lisan” hareketi çok güçlenmiş,edebiyatta
millîlik ve dilde sadeleşme birkaç yıl içinde devrin bütün aydınlarınca kabul
edilip uygulama alanına geçirilmiştir. Halide Edip, Yakup Kadri, Reşat Nuri,
Aka Gündüz gibi romancılar; Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya gibi şairler
eserlerini yalın bir dille yazmışlardır. Devrin en büyük şairi olan Yahya Kemal
ve sokaktaki insanın konuşma üslubuyla şiirler yazarak günlük konuşma dilini
şiire sokan Mehmet Akif Ersoy’da sade dili benimsemişlerdir.
Avni
Keçik Hoca’ya göre; Kilis halkı yöreye IX. Yüzyılda yerleşmiş kadim Türkmenlerdendir.
Batı Türkistan’dan ve Horasan’dan gelip bu yöreyi yurt tutmuşlardır. Bu tez,
başta Kilis tarihini yazan İbrahim Hakkı Konyalı[18]olmak üzere birçok tarihçi tarafından kabul görmüştür. Kilis halkı Oğuz
Türkçesi ilekonuşur ve yöre halkının Türkçe ağzı da kendine özgüdür. Avni Keçik
Hoca bu özgünlüğü, Kilis ağzının, Osmanlı Hanedan ağzı ile konuşmasına ve
şimdiki zaman eki “-yor” yerine, “-or” eki kullanmasını Kayı Boyu Ağzı ile
ilişkilendirmektedir. Bunun en güzel örneklerini 17. yüzyılda yaşamış Karacaoğlan’ın
ve 19. yüzyılın başında yaşamış Abdullah Sermest ’in kilise ağzı ile yazdığı
şiirlerde ve Kilisli Muallim Rıf’at Bilge’nin bir şiirinde “Kilis Türkmen
ildir, dili Oğuz dilidir” mısralarında görmekteyiz.
Avni
KeçikHoca Kilis Ağzı’nınRum ve Ermeni ağızları ile karıştırılmasına,hele Kilis Ağzı’nınoluşmasında
bu azınlıkların etkisi olduğu görüşüne şiddetle karşı çıkmaktadır.Söz konusu
azınlıkların,Oğuz dili olan Kilis Ağzı’nın, “-or” ekinin daha uzun “-oor”
olarak söylenmesiyle ayrıldığını, bu ayrılığında azınlıkların ana dillerinin Türkçe
olmamasından kaynaklandığını yazar[19].Azınlıklar
Oğuz dilini taklit ederken şimdiki zaman ekiniuzun “-oor” söylemekten ileri
gidememişlerdir. Kilis Ağzı’ında,Oğuz Türkçesinde olduğu gibi bazı şimdiki
zaman eklerini de kısa söyleyerek, “Ne’don?” (Ne diyorsun?) ve “Ne don?” (Ne
yapıyorsun?) örneğinde olduğu gibi aynı şekilde ifade edilen kelimeyi
vurgularla, yalın, kısa, özlü ve sade ifadelerleler ile değişik anlamlarda
kullanır. Bunu azınlıkların ifadelerinde göremeyiz. Çünkü ana dili Türkçe
olmayanlar dilin bu inceliklerini kullanamazlar. Bu dilin gerçek sahiplerinin
dün atalarımızın olduğu gibi bugün de bizleriz. Ayrıca Kilis Ağzı’nda çok
sayıda öztürkçe kelime bulunmaktadır.
Son
dönemlerde televizyonlardan izlediğimiz Osmanlı hanedanlarının son üyelerininkonuşmalarından,
dillerinin, Kilis ağzı ile çok büyük uyum gösterdiği gözlemlenmiştir.Bu durum; genel olarak şehirlerde yaşayan Ermeni ve Rum
azınlıkların, ticari becerileri ve çoğunlukla yabancı lisan bilmeleri
sebebiyle, pay-ı tahtta (İstanbul’da) Osmanlı hanedanı ile şehirlerde ise kent
halkı ile yakın temas kurmaları, Oğuz dilini taklit etmelerinin nedeni
olmuştur.
Bu
farklılıklar Türkçenin zenginliğidir.
CUMHURİYET
DÖNEMİ VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
Cumhuriyet’in
ilan edilmesinin hemen ardından 1924 yılında Türkiyat Enstitüsü kurulmuştur. Mustafa Kemal Atatürk, Enstitü’nün kurulmasıyla ilgili
M. Fuat Köprülü’ye şu talimatı vermiştir: “Fuat Bey, cumhuriyeti kurduk.
Artık cumhuriyeti ve devletimizi ilmî temeller üzerinde yükseltmek zamanı
gelmiştir. Lütfen İstanbul Darülfünun’u (İstanbul Üniversitesi) bünyesinde
Türkiyat Enstitüsü’nü kurunuz.” Burada Enstitü’nün kurulma gerekçesi
olarak gösterilen “devleti ilmî temeller üzerine yükseltme”
arzusu dikkat çekicidir. Çünkü Türkiyat Enstitüsü, Türk dili, tarihi ve
kültürüyle ilgili bilim araştırmaları yapacak ve bu araştırmalardan çıkan
sonuçlar devletin temellerini oluşturacaktır.
1926
yılında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de toplanan Birinci Türkoloji Kurultayı pek
çok Türk topluluğunun kültür hayatını etkilemek bakımından çok önemli bir
toplantıdır. Mustafa Kemal Atatürk, bu toplantıya ilgisiz kalmamış, Fuat
Köprülü, Hüseyinzade Ali Bey ile o sıralar Türkiye’de çalışmakta olan Macar
bilgin Mesaroş Yula’yı Türkiye’yi temsil etmek üzere göndermiştir. Bu
toplantıda alınan Latin asıllı alfabe kabul edilmesi tavsiyesine uyulmuş ve 1
Kasım 1928’de Türkiye bu alfabeyi benimsemiştir.
Türkçe
ile ilgili düşünce ve tavrını pek çok vesileyle ortaya koyan Mustafa Kemal Atatürk,
Sadri Maksudi Arsal tarafından hazırlanan “Türk Dili İçin” adlı eserin baş
kısmına şu notu yazmıştır: “Millî his ile dil arasındaki bağ çok
kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca
müessirdir. Türk Dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla
işlensin. Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de
yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Ayrıca
1931 yılında Adana Tük Ocağı’nda yaptığı bir konuşmayla konuyla ilgili
düşüncesini bir kez daha şu şekilde açıklamıştır: “Milliyetin çok bariz
vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan her şeyden önce ve
behemahal Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan, Türk toplumuna
mensup olduğunu iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.”
1931
yılında Türk Tarih Kurumu kurulmuş ve 1932 Temmuz’unda ilk tarih kongresi
toplanmıştı. Kongrenin son günü akşamı Mustafa Kemal Atatürk yanında
bulunanlara; “Dil işlerini düşünecek zaman da gelmiştir. Ne dersiniz?”
diye sormuş ve “Öyle ise, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona
kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı da Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun.”diyerek bu konudaki talimatını vermiş ve dille ilgili çalışmalar yapmak üzere
Ankara’da önemli bir kurum oluşturulmuştur. 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu
kurulmuş ve çalışmalara başlamıştır. Bu kurumun ilk faaliyeti olarak 26 Eylül
1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda büyük bir dil kurultayı toplanmış ve dille ilgili
politikalar bu kurultayda belirlenmiştir.
Böylece
öztürkçe hareketi başlamış ve Türkçeye yabancı kalmış unsurlar yerine öztürkçe
sözler koymak için derleme, tarama ve anket çalışmaları başlatılmıştır. Derleme
çalışmalarıyla yazı dilinde olmayan sözler derlenip bunlardan bir kısmı yazı
diline dâhil edilmiş ve aynı şey tarama çalışmalarıyla yazma eserlerde yapılmış
ve Derleme ve Tarama sözlükleri hazırlanmıştır. 1936 yılına kadar süren
özleştirme çalışmalarıyla Türkçeye pek çok yeni kelime kazandırıldığı gibi
teklif edilen pek çok kelime de dilde kendine yer bulamayıp unutulmuştur.
Mustafa
Kemal Atatürk bizzat kendisi geometri terimleri üzerine çalışma yapmıştır.
Atatürk, yazdığı Geometri kitabında yeni türettiği ve tanımını verdiği açı,
açıortay, altıgen, beşgen, çap, dar açı, dış tersaçı, dikey, düşey çizgi,
eşkenar dörtgen, ikizkenar üçgen, teğet, yamuk, yüzey gibi yüz yirmi dokuz
geometri terimini kullanarak Türkçe terimlerle öğretim ve bilim yapmanın
örneğini de gözler önüne sermiştir.
Mustafa
kemal Atatürk’ün Sivas’a yaptığı bir gezi sırasında lisede bir hesap-hendese
dersine girip öğretmeni dinlediği ve zaviye deyip duran öğretmene sağ elinin
işaret parmağı ile orta parmağını açıp göstererek "zaviye değil,
muallim bey, açı, açı!” demiştir[20].
Öztürkçe
hareketi bağlamında dilin sadeleştirilmesi çabalarına Kilis’ten ilginç bir
örnek; dilimize Fransızcadan geçen motorlu araçlarda vites (devir) değiştirmek
için kullanılan “debriyaj” kelimesi,KilisağzındaTürkçeleştirilerek “devirgeç”
sözcüğü ile ifade edilmiştir.
Türkçede
en fazla alıntı sözcük Arapçadan dilimize geçmiştir. Türkçenin en fazla sözcük
verdiği dil Sırpçadır. Dilimize en fazla argo kelimenin geçtiği dil ise
Rumcadır.
Birkaç cümle ile Türk dilinin
sorunlarından söz edecek olursak; Türkçede bazı sözcüklerin yanlış söylenmesi
ve yazılması, bazı sözcüklere yanlış anlamlar yüklenmesi; konuşma dilinde ve
yazı dilinde cümledeki ögeler arasındaki uyumsuzlukların yol açtığı anlatım
bozukluklarının yanı sıra olur olmaz her yerde yabancı kökenli sözcüklere yer
verilmesi, iş yerlerinde, ürünlerde yabancı adlar kullanılması Türkçenin
başlıca sorunudur.
Oysa, Türk Dil Kurumu, Türkçenin
bugünkü yazı dilinin söz varlığının122.423’e ulaştığını bildirmektedir.Türk Dil
Kurumu’nun, Türkçenin bütün söz varlığını topladığı “Büyük Türkçe Sözlük’”te
söz, deyim, terim ve ad olmak üzere toplam 616.767söz varlığımız bulunmaktadır.[21] Bu dünyada çok az dilin
ulaşabileceği bir söz varlığı yani dil zenginliğidir.
Yine Türkçede söz varlığının
zenginliğinin göstergesi olan yaklaşık 4.500 atasözüvardır[22].
Buna rağmen kişilerin söz varlığının sınırlı olması bir dereceye kadar anlaşıla bilinir bi